Güven Gürkan Öztan: “Barış İçin Akademisyenler”in Başarısı Aşağıdan Örgütlenmesidir

Yazar / Referans: 
Yunus Öztürk – Can Semercioğlu, Mesele Dergisi
Tarih: 
23.02.2016

 

Barış İçin Akademisyenler girişiminin imzacılarından İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Güven Gürkan Öztan ile akademinin AKP döneminde hedef olduğu baskıları ve bu baskılara karşı gelişen tepkileri konuştuk. Öztan, bu tepkilerden biri olan imza kampanyasının nasıl ortaya çıktığını, bu kampanyaya Cumhurbaşkanı ve AKP çevrelerinden gelen tepkileri; imzacılara yönelik baskıların boyutlarını ve kampanyanın geleceğine dair hedeflerini anlattı. 

Akademide Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde neler yaşandı? Siz neleri gözlemlediniz?

Aslında 13 yıl uzun bir süre ve bu süre zarfında AKP’nin üniversitelerle kurduğu ilişki süreç içinde oldukça farklılık gösterdi. Birkaç devreden söz edebiliriz. İlk evre 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle başladı. Bu dönemde AKP Yüksek Öğretim Kurumu’nda (YÖK) değişiklik vaadinde bulundu. Zaten YÖK, 28 Şubat sürecinde devlet aklının operasyonel aygıtı olduğu için yeni muktedirleri rahatsız ediyordu. İlk yapılacak hamlenin YÖK’te olacağı tahmin ediliyordu ve bunun da politik bir meşruiyeti vardı. Erkan Mumcu’nun Milli Eğitim Bakanlığı’yla başlayan bu girişim iktidarın kimliği nedeniyle önce şüpheyle karşılandı. Ama 2002-2007 arasında Avrupa Birliği (AB) uyum yasalarıyla birlikte devam eden süreçte akademyanın önemli bir kısmı, özellikle de liberal-demokrat çevreler üniversiteler söz konusu olduğunda AKP’nin özgürlükçü adımlar atabileceğine dair yersiz bir inanca kapıldı. Fakat AKP’ye muhalif çevrelerin tazyiki ile YÖK’le ilgili tasarı bir süreliğine rafa kaldırıldı.

 

2007-2010 arasında yeni taslak önerileri geldi. Bu zaman zarfında üniversitelerde bildiğimiz anlamda kadrolaşmanın nüveleri zaten vardı. Gelgelelim bunlar oldukça dengeleri gözeterek yapılan hamlelerdi ve büyük ölçüde de yerleşik akademyanın tepkisini çok çekmedi. 2009-2010’da ise neoliberalizmin üniversitelerde uygulanması için gerekli yapısal dönüşümler gerçekleşmeye başladı. Bunun da en güçlü hamlesi en zayıf halkayı koparmaktı: 50/d hamlesi. 50/d ilginç biçimde üniversiteden çıkan önemli bir sese dönüştü. Araştırma görevlileri iş güvencesi talebinin ve akademik özgürlüklerin beraber yürümesi gerektiğini haykırdı. İş güvencem olsun, ki akademik özgürlüğümü ifade edebileyim. Yoksa bir biçimde dekanımın, bölüm başkanımın iki dudağı arasında sıkışıp kalırım dendi.

Şimdi bu süreç öyle veya böyle başarıyla sonuçlandı. Ve ilginç biçimde üniversitede politik olarak örgütlü olmayan, sokağa çıkmayan, eylem yapmayan araştırma görevlilerini ve onlara destek veren öğretim üyelerini de kapsadı. Bunun karşılığında iktidar tamamen geri adım atmış olmasa da süreci dondurdu ve konuyu üniversitelere havale etti. 50/d meselesi halloldu gibi görünürken yeni bir YÖK yasa tasarısı ortaya çıktı. Hızlı bir örgütlenme sürecinin sonunda Eğitim-Sen başta olmak üzere, birçok platform yeni YÖK tasarısı üzerine şerhlerini uzun uzun anlattılar. 2011’de Büşra Ersanlı hocanın tutuklanmasıyla birlikte Türkiye’de akademik özgürlüklere yönelik saldırılar yeniden gündeme geldi. Bunun sonucunda Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu’nun (GİT Türkiye) kurulmasına sebep oldu. Bir yanda Eğitim-Sen Üniversiteler Şubesi dışında Onur Hamzaoğlu çevresinde örgütlenen Onurumuzu Savunuyoruz girişimi, bir yanda GİT Türkiye, diğer taraftan üniversitelerdeki hak ihlallerini gözetlemek için öğrencilerin akademisyenlerle kurduğu platformlar vs. derken, özellikle 2011’den itibaren Türkiye’deki akademi sessizlik kabuğunu çatırdatmaya başlattı.

Bu Gezi öncesine denk geliyor, değil mi?

Evet.

Yani, bir şekilde mayalanmayı görüyoruz.

Kesinlikle. Bunlar başta şöyle mütevazı ajandaları olan, üniversitedeki belirli hak ihlallerine odaklanmış platformlardı. Sonradan birbirleriyle eklemlenerek, onları daha önce bir araya getirmeyen koşulların üstesinden gelmenin formüllerini aramaya itti. İşler tam böyle gidiyordu ki, 2012’den itibaren AKP’nin üniversitelere dair daha sistemli bir plana sahip olduğu gerçeğiyle karşılaştık. Bu plan akademide daha muhalif nitelenen odakların susturulmasını, hızlıca yeni üniversiteler açarak buralarda kadrolaşmayı, neoliberal perspektiften piyasayla uyumlu üniversitenin hayata geçirilebilmesi için gerekli altyapısal düzenlemelerin önünün açılmasını içeriyordu. Bunlar eş zamanlı olarak 2012 sonu, 2013 başında hızla konuşulmaya başlandı. İlginçtir, AKP o dönemden itibaren kendisine yakın gördüğü akademisyen ve yazarlarla bu konuyu kamuoyunda tartıştırıp nabız ölçtü. Cemaat yazarları da bu tartışmanın manipüle edilmesinde ön saflardaydı. Tam bunlar olurken 2013 ve Gezi direnişi gerçekleşti. Gezi çok acayip bir kırılma yarattı bütün bu süreçte.

Bir defa üniversitede muhalif odaklar denildiğinde iktidarın gördüğü aktörler belliydi: örgütlü siyaset yapan öğrenciler ve kamusal alanda politik söz söyleyen akademisyenler. Gezi, bütün bu düşman belirleme stratejisini yerle bir etti. Çünkü ilk defa bildikleri örgütlü öğrenciler dışındaki öğrenciler Geziyle birlikte üniversitede kampüslere ve sokaklara çıktılar. Çünkü sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin birçok yerinde üniversite öğrencileri Gezi’ye destek eylemleri yaparken, önceden politikleşmeyen öğrenciler eylemin içinde politikleşmeye başladılar. İlk kez bir şeyi değiştirebilmenin enerjisini ve imkanını hissettiler. Bu özgüvenle birlikte akademi de bir anda bu mesleki hak ihlalleri ya da mesleki hak savunusunun ötesine geçerek gündeme dair cesur laflar söylemeye başladı. Daha önceden de söylüyordu ama sesi bu kadar gür çıkmıyordu. Ne oldu? Akademisyenlerin bir bölümü bilfiil Gezi’nin içerisinde yer aldılar, öğrencileriyle dersler yaptılar, forumlar düzenlediler, Gezi’yi eşanlı olarak sosyal bilimlerin konusu haline getirdiler. Aynı zamanda daha radikal bir iş yaptılar. Pratikle derslerin kavramsal merceğini birleştirebilmenin en güzel örneği olarak sınav sorularına Gezi’yi kattılar. Bu şöyle bir şeydi: bir yandan polis ve devlet şiddetine karşı tepkinin üniversite kampüsündeki yansımasıydı, diğer yandan da “biz fildişi kulelerimizde değiliz”, “yaşananlara gözlerimizi kapamıyoruz” mesajı vermekti. Üniversite yönetimlerinin buradaki tavrı ilginç oldu. Genellikle taşrada çalışan akademisyenlerin gözleri korkutuldu ama özlük haklarına zarar verecek idari işlemler de yapılmadı. İstanbul’da ve Ankara’da rektörlerin ve dekanların bir kısmı kendi konumlarını yitirmekten korktukları için olup bitenlerden çok rahatsızdı. Fakat orada da büyük bir hamle yapabilecek güçleri yoktu, çünkü dışarıda çok canlı, etkin bir direniş vardı ve bunun kampüste daha da büyümesinden korktukları için sınav sorularında tavır koyan akademisyenlere soruşturma açmadılar.

Daha büyük dalga o zaman üniversitelerin mezuniyet törenlerinde yaşandı. Her mezuniyet töreni Gezi’nin kampüslerde bir nevi tekrar edilmesi anlamına geliyordu. Kırılmanın bu olması şu açıdan önemli: o yaz, ondan sonraki sonbahar, üniversitede forumların kurulması, Gezi ruhunun kampüslerde yaşanması tecrübe edildi. Şöyle söyleyeyim: İstanbul’daki büyük üniversitelerin hepsinde devasa forumlar yapıldı ve bu forumlarda memleketin ve üniversitelerin durumu tartışıldı. Üniversite yönetimi bunlara müdahale edemedi – her ne kadar müdahale etmek istese de. Ama bu, iktidar çeperinde bir biçimde mağlubiyet hissi uyandırdı. “Yeteri kadar tepki veremedik. Akademisyenleri ve öğrencileri cezalandıramadık, itibarsızlaştıramadık” hissi uyandırdı.

2016-01-22 12.31.02

Sanki o dönemde küçük çatışmalar da yarattılar. Biraz kriminalize etmeye çalıştılar.

Çok doğru Öğrenciler arasında çeşitli çatışmalar kışkırtılmak istendi ama hiçbiri tutmadı. Çünkü rüzgar başka yerden esiyordu.

Sonraki süreç, yani 2014-2015 süreci farklı bir süreç oldu. Çünkü AKP’nin üniversiteler çerçevesinde hayata geçirmeye çalıştığı ve adım adım yürüttüğü projenin aslında büyük bir tasfiye olmadığı müddetçe, direnen muhalif fakülteler ve akademisyenler ayakta kaldığı müddetçe kırılamayacağı anlaşıldı. Eğer büyük bir proje gerçekleşecekse ancak bu muhalif akademisyenlerin üniversiteden bir şekilde tasfiyesi ve öğrencilerin yalnızlaştırılmasıyla mümkün olacaktı. Sonraki ilginç olaylardan biri de şu: üniversite reformunun konuşulduğu süreçte YÖK, iktidarın üniversite yönetim aygıtı ve taşra üniversitelerinin yeniden yapılandırılması aygıtı olarak kullanılıyordu. Belirli bir siyaseti dayatıyordu, bir yandan teknopark vs ile piyasa entegrasyonu sağlanıyor diğer yandan kampüsler cami ve mescitlerle donatılıyordu..

Rektör adaylarının AKP’ye yakınlık derecesine göre birbirleriyle yarıştığı süreçte bir umut kaynağı daha oldu: İstanbul Üniversitesi’ndeki (İÜ) rektörlük seçimleri. Çünkü rektörlük seçimleri sadece Raşit Tükel’in bin 200 küsur oy almasından ibaret değildi, ciddi bir kamuoyunun oluşmasına vesile oldu. Gezi’den sonra ilk kez “bir şey becerebiliriz, politik olarak sözümüzü söyleyebileceğimiz bir zeminin akademisyenler ve öğrencilerde karşılığı var” denildi. İş bir anda İÜ rektörlük seçimlerinden çıkıp kamusal bir mesele haline geldi ve sandık vurgusu yapan bir siyasi pozisyonun çelişkilerini kamuoyu önüne serdi. Bu, şu anlama geliyordu: Evet bir rektörlük seçimi var ama bazen böyle sürprizler de yaşanıyor. Son kertede cumhurbaşkanı istediğini atamasına rağmen kamuoyu farklı biçimde gelişiyordu. Bugünlerde konuşulan üniversitelerde rektörlük seçimini kaldırma, mütevelli heyetiyle yönetme gibi önerilerin ardında yatan gelişmelerden biridir bu.

Peki, son bir, bir buçuk yılda ne oldu? Bunun en net görüldüğü yer 7 Haziran’dan sonra üniversitelerin düşünsel bir canlılık kazanabilecek, kamusal söz söyleyebilecek bir fırsata kavuşmasıydı ama yoğun çatışma ortamı bunun önüne geçti. Sonradan “yenilenen” seçimlerden sonra bambaşka bir döneme girdik. 6 Kasım YÖK protestoları yeniden bir milattı – ki bu milatlardan biri 1996’dır, diğeri de budur. 6 Kasım’dan bu yana üniversiteler sürekli polis şiddetine maruz kaldı.

ggö-can

Güzel bir özet oldu. Biraz da barış bildirisinin hazırlanma sürecini konuşalım. Nasıl oldu? Bu fikir nasıl mayalandı? Bize biraz özetler misiniz?

Aslında akademinin yaz aylarından beri temel gündemlerinden biri yaşanan bu çatışma ortamının insani ve politik maliyetini nasıl durdurmanın yollarını aramak üzerine kuruluydu. Ama kimse ne yapacağını çok iyi bilmiyordu. Suruç katliamı, ardından 10 Ekim katliamı büyük bir travma yaşattı ve akademi bu kuşatılmışlık hissinden çıkma arayışına girdi. Aslında akademi bunu bir araya gelerek, tartışarak, farklı bileşenlerin bir araya gelmesiyle bir ölçüde yapıyordu. Ama tam da bu kaygıyla yola çıkan akademisyenlerin ortak biçimde kaleme aldığı Barış Bildirisi metni önümüze geldiğinde şunu anladık: bu işler böyle devam edemez ve bizim de barış arayışlarına katkımız olmalı. Normalde Türkiye’de imza kampanyaları çok sık tekrarlanır ve akademisyenler de bunlara kimi zaman destek verir. Ama genelde imza atarken şunu düşünürüz: politik bir eylem biçimi olarak imza kampanyası çok da etkili bir yöntem değildir; attığınız taş genelde ürküttüğünüz kurbağaya değmez. Ama Barış Bildirisi bence önemli bir şeyi gösteriyor: içeride bekletilmiş ve gittikçe büyüyen tepki, bir şey yapamamaktan duyulan kaygı, vicdani ve politik kaygı birleşerek, ilginç bir biçimde, hiç kimsenin tasavvur etmediği bir biçimde, imzacı sayısının iki binin üzerine çıkmasını sağladı.

Şimdi “metni okudular mı, okumadılar mı?” diye tartışılıyor. Ama böyle bir ortamda metindeki her detay kelimesi kelimesine ölçülüp tartılmaz, onun yarattığı genel ruh haline katılır insanlar. Devletten “benim adıma kimseyi öldürme”yi talep eden, barışı dile getiren bir bildiri bu. Zaten kısa sürede de Türkiye’yi saran bir bildiriye dönüştü.

Hele söz konusu olan devletse.

Bu ilginç bir biçimde, taşrada önemli oldu. Elbette, İstanbul ve Ankara’daki imzalar da önemli, ama taşrayla birlikte “bizimkilerden kimler imza verdi?” sorusunun ötesine geçmiş olundu. Arka planda gerçekleşen şeylerden biri de bu. Yenilenen seçimlerden güçlü çıkmış, bu süreçte fiili bir olağanüstü hal rejimi yaratmış, üniversite üzerindeki tasarrufları belli olan, üniversitelere kurduğu baskı çok aleni olan bir dönemde üniversite akademisyenleri bunu bile bile dört bir yandan barış talebinin altına imza koydular. Şimdi bu başlı başına üniversitenin uzun yıllardır – bizim de içeriden itham ettiğimiz – konformizmin ve suskunluğunun ortadan kalkması anlamına geliyordu. O yüzden kıymetli.

Akademisyenler üzerinde yürütülen muhtemelen iki ayağı var. Biri gerçekten akademiye ilgilendiren kısım: tamda dediğiniz gibi daha önce yapılamamış bir işi yapmak, rövanş almak, Gezi’de ya da İstanbul Üniversitesi Rektörlük seçiminde yerine getirilememiş bir şeyi tamamlamak üniversitelere ait bir şey.

Öte yandan, mesele üniversite kamuoyunu doğrudan ilgilendiriyor, ama üniversite kamuoyunun tek hedef olduğunu düşünmüyorum. Çünkü akademisyenlerin attığı bir imza metni bir ülkede bir haftayı aşkın bir süre içersinde bu kadar gündem haline geliyorsa, hem cumhurbaşkanı hem AKP’liler hem de AKP’li kalemşörler bunu kendilerine dert ediniyorsa, burada başka bir amaç var.

Bunu görmezden gelemez miydi?

Tabii ki, görmezden gelebilirdi. İktidar, buradan yapılacak siyasetin -yeni bir düşman üretmenin- ve sağ popülist dilin tabanda karşılık bulacağını bildiği için bunu görmezden gelmedi.

Tabii, AKP bu tabanı varsaydı. Daha önce deneyleri onu gösteriyor; CHP ve HDP’de denediği dil tutuyor, ancak bu sefer tutmadığını görüyoruz, değil mi?

Şimdi ilginç olan şey şu: korkutma, yıldırma, hedef gösterme üzerinden akademisyenlere uygulanan şiddet, aslında sadece buna maruz kalanların göğüslediği bir şiddet değil, daha çok ona tanık olanların korktuğu, hayatlarını bir biçimde başka bir yöne, yani susmaya, itaate iten ya da düşük profili yaşamaya zorlayan bir şey. Biz bu şiddete maruz kalan insanlar olarak bir biçimde bunu göğüslemenin yollarını arıyoruz. Maruz kaldığımız şiddeti deneyimleyen öğrenciler,  imza atmayan akademisyenler, aileler vb. onlar daha büyük bir yıldırma ve korkutma projesinin nesnelerine dönüşmüş durumdalar. “Eğer imza attı diye bir akademisyene bunlar yapılabiliyorsa, bize neler yapılmaz!” diyorlar. Birde üstüne üstlük akademi bu ölçekte son sınır, tasfiye operasyonları çerçevesinde de son sınır. Türkiye’de bir biçimde devletin ideolojik aygıtlarına karşı durabilecek kamuda başka bir şey yok. Kürsüsü olan, mesleğinin etik ilkelerine bağlı kalan ama aynı zamanda dışarıda söz söyleyebilen akademisyenlerin önemli bir kısmı, üniversitedeki “asli işlerine” çekilmeye çalışılıyordu; eğer bu olmuyorsa, akademisyenleri tasfiye etmek planlanıyordu.

Aslında yaşanan şöyle bir şey: biz üniversitelerde bu gündemle hareket ediyoruz. Eğer burayı da yıldırır ve durdurursak,bizim açımızdan ideolojik olarak söylemsel hegemonyayı kıracak başka bir odak zaten çıkmayacak.

Daha öncede metinler yayınlandı, hatta daha kalburüstü denebilecek yüz imzalı bir metin daha yayımlandı. Ardından Baskın Oran’ın vs. olduğu bir metin daha çıktı. Bununla da kalmadı: Sinemacılar, tiyatrocular, tribünler, yayıncılar… Fakat bu metinlerde iki tarafı da eşit gören bir tutum vardı: PKK’ye“Siz de silahı bırakın, şöyle yapın, devlet de siz de şöyle yapıyorsunuz” diyen bir tutum ve dil vardı. Böyle bir şeye AKP izin veriyor. Akademisyenlerin çıkışından sonra metinde içine işlemiş bir şey var – gerçi Ahmet İnsel bunu daha iyi ifade ediyor: Ben kendi adıma, hukukla bağlı olduğum, vergisini verdiğim devletin bir yurttaşı olarak yerde devletin bu işi yapmasına razı değilim. Bence bu yeni bir şey, bugüne kadar aydınlar; “İki taraf da terör yapmasın, iki taraf da çocukları öldürmesin, biz barış istiyoruz” çizgisindeydiler. Bu çizginin dışında yeni bir savunma ya da yeni bir gerekçelendirme, bir tık daha yukarı çıkarma eğilimi hissediyorum ve bunu kıymetli buluyorum. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İkinci olarak, metne imza koymak ile onu kelime kelime incelemek arasında bir fark var. Hem imza kampanyasını eylemden saymayıp hem de imza kampanyasından beklentiye girmek söz konusu. İmza atmasını ümit ettiğimiz ve imza atmayan akademisyenler için ne söylemek istersiniz?

Şimdi işin iki yönü var: birincisi Barış İçin Akademisyenler küçük bir grup olarak yola çıktığı zaman, onların temel amacı silahlı çatışma ortamını mümkün olduğu kadar müzakere sürecine evirmekti. Çözüm süreci içersinde akil insanların raporları ortaya çıktığında, Barış İçin Akademisyenler akil insanlarla da buluştu; onları dinledi, katkıda bulunmak istediklerini iletti. Çünkü dünyada başka örnekleri incelediklerini, buraya da yardımcı olabilecekleri bir çerçeve sunabileceklerini söylediler. Bugün bir kısmının da barış metnine destek verdiği dönemin akil insanları bunu önemsediler. Hatta akil insanlar kampanyası içersinde akademiyle böyle bir ilişki kurulmuş olması aslında iktidarın da hoşuna gidebilirdi. Durumlar değişince, bir anda akademisyenler hedef haline geldi. Ama şunu söylemek lazım; bu metinde oluşturulan dil muhtemelen daha yakın zamanda tecrübe ettiğimiz başka uluslararası örneklerin Türkiye’ye yansımasıdır. Bunlardan en önemlisi 2014’te İsrailli akademisyenlerin ortaya çıkıp, “Benim için Gazze’de Filistin’de devlet terörü yaratma” demesiydi. Bu önemli bir çıkıştı. İsrail’de çok ciddi biçimde tartışıldı, ama sonuçta akademik ifade özgürlüğü çerçevesinde görüldü. Bundan daha önce Rus – Çeçen savaşında Müslüman kökenli Rus akademisyenlerin benzer bir çıkışı oldu, devlete “benim adıma öldürme” diye seslendiler.

Bütün bu metinlerde aslında ortak olan bir şey var: Ben bu devletin yurttaşı olarak, sahip olduğum haklar çerçevesinde devlete ancak bu şekilde seslenebilirdim; evrensel hukukun içinde kal, sivil halkı koru. İsrail ve Rusya örneklerinde olan şey ilk defa Türkiye’de oldu; önemli olan da buydu. Zira zaten imzacı kimliğinde olan insanların önemli bir kısmı “Siz de yapmayın, siz de yapmayın” sözünü başka platformlarda onlarca defa söylediler.

İktidarın çift taraflı şiddeti durdurun çağrılarına belirli bir ölçüde “hoşgörü” gösterdiğine katılıyorum. En azından bugünkü tepkiyi vermediğini söyleyebilirim. Var olan yoğunluklu çatışmanın koşullarını eşitlediği için buna hoşgörü gösterdi.  Hâlbuki burada söylenen şey çok basit: siviller hayatını kaybediyor, siviller zorunlu göçe tabi tutuluyor devlet herhangi bir hukuki altyapısı olmaksızın, fiili olan bir olağanüstü hal uyguluyor, temel hak ve özgürlükleri askıya alıyor. Bunun kabul edilebilir bir yanı yok. Metinin ifade etme tarzına ilişkin en çok tartışılan şey “katliam” ve “kıyım” sözcükleriydi. Metni imzalayan insanların şunu düşündüğünü farz ediyorum: en azından önemli bir kısmının yaşanan sistematik hak ihlallerinin ve sivillerin bu kadar hedef alırcasına yürümesinin eleştirilmesinin, bununda kamuoyunun dikkatini çekecek ölçekteki sıfatlandırılmalarla ifade edilmesinin hem politik bir eylem hem de ifade özgürlüğü içerisinde olduğunu düşünüyorum.

Onunda ötesinde bir başka durum daha var. Bu savaşta “devletin bekası gerekçe gösterilerek yapılanların arkasında saf tutmayacağız” demek çok önemli. Bu bir defa Türkiye’de devlet geleneğini altüst eden bir şey, akademi ile devlet arasında kurulan uzun soluklu ilişkinin altüst edilmesi demek. Çünkü hep akademi stepne olarak kullanıldı bu işlerde, “bu süreçte biz sizin rehineniz olmayacağız” dendi.

Bence bildiride daha ilginç olan şey, bunun planlanmış, örgütlenmiş, PR’ı yapılmış, sekretaryası filan olan bir iş olmaması; aşağıdan, tabandan gelmesidir. Eğer bu kampanya kamuoyu üzerinde kanaat önderi olan bir grup ya da belirli bir bileşen tarafından organize edilmiş olsaydı, bu kadar imza alır mıydı, emin değilim.

Tabii, bundan sonraki süreç önemli. Biz şunu yaşıyoruz: Bir yandan hem üniversite düzeyinde hem de adli düzeyde bir kıskaçtayız. Üniversitede YÖK’ten gelen bir emirle hem vakıf hem de devlet üniversitelerindeki akademisyenlere soruşturma açıldı. Bu soruşturmalar sırasında görevden el çektirmeler var, ikinci dönem derslerin belirginleştiği bir dönemde dersinden olmak, öğrenciyi de mağdur eden bir durum. Bir de işin adli tarafı var: ilginç bir şekilde, metinde hiçbir şekilde her hangi bir yasadışı grubun eylemliğini meşrulaştıracak bir cümle olmamasına rağmen, terör örgütü propagandası suçlamasıyla soruşturma yürütülüyor. Bunlar mekanik olarak yürütülen kısımlar. Birde informal işleyen kısımlar var, daha da can sıkıcı olan o. Hedef göstermeler ve muhbirleştirilen meslektaşlar ve öğrenciler söz konusu ki, bu epeydir var. Eskiden öğrenciler derslerde akademisyenlerle fikirlerini tartışırlarken, artık BİMER’e şikâyete bulunuyorlar. Ama Marmara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi dâhil olmak üzere, özellikle taşra üniversitelerinde sistematik linç kampanyaları düzenlendi, yerel basın da bunun bir parçası oldu.

Orada şunu görüyoruz, “Biz bu insanı bu şehirde görmek istemiyoruz” deniyor. Bir sonraki adım “Biz bu insanı ülkede de istemiyoruz” haline dönüşüverdi. O yüzden metnin içeriğinden bağımsız olarak buradaki kıyıma, baskıya karşı çıkmak önemli bir şey.

Uluslararası imzacılar var, onların imzası da etkili oldu. Olayın bu boyutu ve bundan sonra bir hedef var mı?

Aslında bu imza bu noktaya geldikten sonra iktidar tarafından bu kadar hedef gösterildikten sonra imzacı sayısı 2 bin 200’ü geçti ve imza kampanyası durduruldu. Ama her gün uluslararası yeni saygın akademik çevrelerden destek var. Bu destekler çoğunlukla Davutoğlu’na hitaben yazılmış mektuplar ve onun akademik kimliğine gönderme yapıyorlar. Hepsinde ortak bir nokta var; akademisyenler devletin akademisyeni değildir, akademik özgürlükler ve ifade özgürlüğü korunmalıdır, dolayısıyla yaşanan bu baskıların hiçbir şekilde maruz görülemeyeceği duygusu hakim.

Bu kampanyanın geleceği hakkında neler söylemek istersiniz?

Artık bu iş tek tek bireylerin ötesine geçti. Mümkün olduğu kadar bu süreçte şiddete maruz kalan akademisyenlerin hak ihlal kayıplarını önlemek, mümkün olduğu kadar onların görevlerine devam etmelerini sağlamak ya da fiziki bir saldırıdan korumak gibi konular bizim için önemli. Bunun için Barış İçin Akademisyenler bünyesinde hedef göstermelerle uğraşan başka bir bölüm yapılandı. Ulusal ve uluslararası destekleri toplayan bir başka bölüm oluşturuldu. Hukuk grubu oluşturuldu, Sedat Peker ve diğer hedef göstermeler için suç duyurusunda bulunuldu.

Bundan sonraki amaç bence metinde ifadesi bulunan çatışmasızlık sürecine katkıda bulunabilmek için daha geniş bir kamuoyu yaratmak ve bu işi akademisyenlerin özlük meselesi ya da birkaç muhalif akademisyenin çıkışı olmadığını anlatmak olmalı. Mümkün olduğu kadar hızlı bir biçimde bu süreçte yaşanan hak ihlallerini araştırabileceği mekanizmaları kurulmasını ve akademisyenlerinde onun içinde yer almasını sağlamak hayati bir önem taşıyor. Baştan beri altı çizilen şu: “Biz hazırız; raporlama için hazırız, benzer süreçleri karşılaştırarak öneriler sunmak için hazırız. Olanları sadece odamızdan, kürsümüzden seyretmek istemiyoruz, elimiz taşın altına koymak istiyoruz.” Bence bu çok kıymetli bir vurgu ve yine herhangi bir devlet mekanizmasının bunu bu kadar itibarsızlaştırması, bu kadar kriminalize etmesi “devlet aklı” denilen şeyle de bağdaşan bir şey değil.

Öte yandan, bir dolu insanın bakış açısından bu imzacıların hepsi homojen, benzer bir siyasette örgütlenmiş insanlarmış gibi algılanıyor ya da öyle lanse ediliyor. Hâlbuki hiç de öyle değil. Çok heterojen ve Kürt siyasi hareketine oldukça mesafeli olan insanlar da var içlerinde. Birbirleriyle organik ilişkiyle hareket edebilecek, planlı programlı, talimatın bir yerden geldiği ilişkinin bir sonucu değil. Kıymetli olan ve imzaların çoğalmasına yol açan dolayısıyla da iktidar çevrelerinden tepkinin sertleşerek üzerimize gelmesine neden olan, imzacıların çok geniş bir temsiliyeti ve çok geniş bir siyasal yelpazeyi temsil etmiş olmasıdır; bir benzerini Gezi’de gördüğümüz dinamiğin, imzacıların bileşiminde görmüş olmamızdır.