Sungur Savran: Üniversiteyi tek başına kurtarmak mümkün değil

Yazar / Referans: 
sendika.org
Tarih: 
08.04.2016

Barış için Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini yayımlamasıyla başlayan mücadele üzerine bu kez Sungur Savran’la görüştük. Hem akademisyen hem de sosyalist siyasetçi kimliğiyle bilinen Savran, akademiden yükselen mücadelenin çok önemli olduğunu belirtiyor ancak tek başına yeterli olmadığını vurguluyor.

Kendisi de hem kamu üniversitelerinde hem de özel üniversitelerde öğretim görevlisi olarak çalışmış olan Savran, her iki alanda da iktidar baskısının çeşitli mekanizmalarla yerleştirildiğini, özel üniversitelerin daha özgürlükçü olabileceği yönündeki varsayımların yanlışlığının bu süreçte görüldüğünün altını çiziyor ve Eğitim Sen’in her iki alanda da örgütlenmesinin kritik bir önem taşıdığını belirtiyor.

İktidar ile muhalefet arasındaki mücadelenin son üç yıldır sarsıcı gelişmelerle ilerlediğini belirten Savran, Erdoğan’ın baş edilemez bir ilerleyiş içinde olduğu iddialarının gerçeklikle bağdaşmadığına, dikkat çekiyor ve toplumsal muhalefet dinamiklerine güvenmemiz gerektiğini belirterek hazırlıklı olmayı öneriyor: “Recep Tayyip Erdoğan yönetimi mutlaka zorluklara düşecektir. Kitlelerin onu gördüğü zaman bambaşka bir tavır alacağını, yenilenen seçimlerde veya büyük grevlerde ve eylemlerde bambaşka bir Türkiye doğurabileceğini hiç unutmayalım.”

Sendika.Org’un soruları ve Savran’ın yanıtları:

Sendika.Org: Akademinin son dönemde bu kadar gündeme gelmesine sebep olan, Barış için Akademisyenler’in imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin ardından neden bu kadar büyük bir saldırı geldi, sizce bunun altında yatan sebep ne?

Sungur Savran: Bu mesele 7 Haziran seçiminden sonra çoğunluğu 13 yıldır ilk kez kaybeden AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan’ın yeniden iktidarı ele geçirmek üzere savaşı yeniden başlatmasının bir sonucudur. Dehşet verici bir politika izliyorlar. Türkiye içinde Kürt savaşını sürekli körüklüyorlar. Bu Kürt savaşı yetmezse Türkiye dışında Suriye savaşını körüklüyorlar.

Bu teşhisi koymak zorundayız. Çünkü buradan hareketle ben önemsediğim ilk sonucu hemen söyleyeyim: sadece barış çağrısı ile sınırlı olmayacak. Çünkü Tayyip Erdoğan bir ucunda Ortadoğu’nun “reis”liğine soyunan bir başkan konumunu kazanmak için bugün fiilen gerçekleştiğini ve yasal çerçevesinin oluşmasının gerektiğini söylediği başkanlık sistemini kurmak için bir atılım yapıyor. İşin öbür ucunda ise azınlıkta kaldıktan sonra yolsuzlukların yeniden soruşturulması sonunda Tayyip Erdoğan hakkında soruşturma sürecinin başlaması var. Dolayısıyla, cennet ve cehennem arasında gibi bir konumda buluyor kendini. Bugün arafta, deyim yerindeyse. Büyük bir çabayla bir ikbal savaşı veriyor. Bu seferki savaş bir “çözüm süreci” arayışından sonra bir “ikbal savaşı” olarak nitelenebilir. Dolayısıyla sonuç şudur: barış çağrısı yapmakla olmaz, AKP’yi yenilgiye uğratmak gerekir. Yöntemlerimizin mutlaka siyasi olması gerekir, sadece ve sadece barış çağrısı ile yetinmemesi lazım diye düşünüyorum. Bu benim çıkardığım sonuç.

Peki neden akademisyenlere böyle bir taarruzu başlattı, daha spesifik ve somut olalım. Çünkü şu ana kadar söylediğimi zaten herkes biliyor, Tayyip Erdoğan destekçileri bile biliyor bence. Orada söylenmesi gereken şey şu: açılan savaş aslında bizim epeyce bir zamandır üzerinde durduğumuz Sri Lanka çözümü denen tipte bir çözüme benzemeye başladı. Yani sivil halk üzerinde de çok ağır bir baskı ve ölümler söz konusu olmaya başladı.

Böyle yöntemlerin mutlaka toplumda çok büyük tepiler uyandıracağı, üstelik çözüm süreci adı altında halkın çok önemli bir bölümünün barış gibi bir kavrama alıştırılmış olduğu bir dönemde kabul görmeyeceği onlar tarafından da biliniyor. Dolayısıyla yapılan büyük taarruza yani hükümetin yeniden savaş açmasına cevaben gelecek eleştirilerin hepsinin tamamen ağzın tıkamak istiyorlar. Dolayısıyla barış talebini, hükümetin yasadışı uygulamaların, insanlık dışı uygulamaların durdurmak için her türlü talebi, yani hükümetin eleştirisini terörle aynı saflarda olma gibi sunuyorlar. Bu dehşet verici bir şeydir çünkü bu, hükümet eleştirilemez, güvenlik güçlerinin yani JÖH’ü PÖH’üyle aslında ne kadar güvenlik güçleri olduğu çok tartışmalı olan, havalara ateş ederek, tamamen usul dışı, IŞİD’in tarzıyla bir savaş vermekte olan, insanların yatak odalarına kadar girip, bugün Yüksekova’da gördüğümüz gibi, aynalarına, kendilerine en mahrem mekân olarak hissettikleri yatak odalarına girip aynalarına terbiyesiz ve müstehçen yazılar yazıp orada fotoğraf çektiren bir güç bile eleştirilemeyecek.

Davutoğlu şunun hesabını versin: Yüksekova’da insanları yere yatırıp, “Türk size ne yaptı, göreceksiniz kahrını” diyen, her yerde duvarlara Kürtlere baskı yapacağını açık açık ilan edip altına “Esedullah Tim” yazan bu güçlere hesap sorulmuyor. Demek ki yasadışı yapılıyor. Her gün örneklerini görüyoruz. Bu hesabı vermek yerine eleştirenleri susturmayı seçtiler. Barış için Akademisyenler’in çıkışı bence sınırlı bir çıkış olmakla beraber, hükümetten bir yol haritası beklemesi dolayısıyla bence politik olarak doğru yöne işaret etmemekle beraber elbette barış istemek ve bu uygulamalara karşı çıkmak bakımından cesur olduğu için yanında durduğumuz bir çıkıştır. Kuşkusuz buı çıkışı onun için susturmak istediler.

Buradan sizin aracılığınızla, sevgili arkadaşlarımız Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy’a bütün dayanışma duygularımı ifade etmek, selam göndermek isterim.

Sadece imzacılar değil, imzacı olsun olmasın bütün akademinin barış talebi, iktidar eleştirisi, alternatif bir şey koyma çabasının toplumda karşılık bulacağı korkusu mu bu kadar saldırının sebebi sizce?

Bence tamamen budur. Şimdi genellikle şöyle deniyordu; Cizre’de, Sur’da ya da başka şehirlerde yapılan operasyonlar karşısında ülkenin batısının çok fazla hareket etmediği söyleniyordu, hükümet de çok memnundu tabii böyle olmasından. Bodrum’dan bir barış yürüyüşü planlandı bu önemliydi. Tabii başka şeyler çıkıyordu ama çok güçlü sesler çıkmıyordu.

Barış için Akademisyenler bini aşan ve sonra baskıya rağmen 2 bini de aşan imzasıyla birden bire toplumda kitlesel bir atak yapılabileceğinin işaretini verdi. Tayyip Erdoğan buna doğrudan saldırdı ki buna benzer başka girişimler olmasın. Zaman zaman bu aslında ters de tepmedi değil ve tabi ki Türkiye’nin dışından Barış için Akademisyenler’e gelen destekle beraber elbette onları köşeye sıkıştırmak bakımından ciddi etkisi oldu. Ama karşılığında ödenen bedel çok ağırdır. İnsanlar sabah 5’lerde evleri silahlı maskeli polisler tarafından basılarak gözaltına alındı, evleri arandı, işten el çektirildi, kimi bir kararla aynen 12 Eylül döneminde 1402’liklerin sarı bir kâğıtla Sıkıyönetim tarafından işten atılması gibi, bu kez YÖK’ün talimatıyla üniversite yönetimleri tarafından işten atılmıştır ve en sonunda az önce adını saydığımız üç arkadaşımızı (Editörün notu: Söyleşinin yapıldığı gün Meral Camcı henüz tutuklanmamıştı) tutuklamaya kadar cüretkar bir karar almışlardır.

Şimdi yargının bu kararları zaten Türkiye’de yargının artık felç olmuş durumda olduğunu, yargının tamamen yürütmenin sultası altında olduğunu bildiğimiz için artık yadırgamadığımız bir şey. Fakat şunu her yerde söylüyorum, sizin aracılığınızla burada bir kez daha söylemek isterim: bugün üniversite yönetiminde olanlar, üniversitede soruşturmalarla baskı yapanlar, en üst düzeyde ceza verenler, işten el çektirenler, işten atanlar yarın devran döndüğü ve Tayyip Erdoğan iktidarı yerinden edildiği zaman toplumun yüzüne bakamayacak hale geleceklerdir. Onların o hale gelmesini sağlamak bizim görevimizdir. Üniversitenin yüzüne tam bir leke sürmüşlerdir. 12 Eylül döneminde bile ancak bu kadar oldu.

Ben size bir deneyimimi anlatmak istiyorum. Ben 1970’li yılların TÜMAS adını taşıyan bir dernek üyesiydim. O dönemde sendikalaşma 12 Mart askeri yönetimi tarafından yasaklanmıştı, dernek biçiminde örgütlenmiştik ama sendikaydık. Bir de TÜMÖD diye öğretim üyeleri derneği vardı. İkisi de sendika gibi çalışıyordu. Bugünkü Eğitim-Sen’in üniversiteler şubesinden farklı değildi. 1981’de YÖK yasası geçtiği zaman biz binden fazla imza topladık: YÖK yasasını eleştiren, sert bir şekilde karşı çıkan, reddeden bir bildiriydi bu. Bunu uygun yerlere aktardık, basına aktardık basında çıktı.

12 Eylül’ün tam ortasında bakın, 1981 Kasımından bahsediyoruz, 12 Eylül’den bir yıl sonra. Ne yumuşamış ne de daha kendini konsolide etmemiş olduğu erken aşamada. Tam koyu anında. Hiç kimse bize bir şey yapmadı, hiç kimse böyle konuşamadı. Dolayısıyla, 12 Eylül’ün yaptığından daha ağır şeyler yapıyorlar bazen üniversiteye. Tabii ki 12 Eylül’de dehşet verici şeyler vardı, biraz önce 1402’likler vakasından söz ettik. Aynısı şimdi bizim arkadaşlarımıza oluyor ama aynı şey. Aynısı başka yöntemlerle yapılıyor.

Dolayısıyla akademinin diğer bütün kesimlerinin hiçbir şekilde siyasi görüş ayrımı bile gütmeden, akademisyenlere yapılan bu saldırıya karşı çıkması gerekir. Hepsinin sorumluluğudur. Bunun yanında yer almanın bir zûl (aşağılık bir davranış) olduğunu kavrayabilen insanların, bu rektörlerin, bu yönetim kurumlarının, sorumlu kimse onların, yarın toplum karşısında hesabını vereceklerini bilenler mutlaka tavır almalıdır. Mümkün olan en geniş desteği vermelidir. Ama bunu örgütlü olarak vermek gerekir. Eğitim-Sen burada temel odak olmalıdır. Eğitim-Sen Türkiye’nin en güçlü sendikalarından biridir. Sayısı bakımından olmasa bile sendikal anlayışı ve mücadeleciliği bakımından. Bu sendikanın etrafında kenetlenerek daha geniş kesimlere yayılarak mücadeleyi çok sıkı bir şekilde vermek lazım. Çünkü…

Bu bıraktığınız yerden şunu sormak istiyorum, belki de hiç olmadığı kadar şiddetli olan tüm bu saldırılarla birlikte toplam olarak üniversite yapısı, işleyişi, üniversitelerdeki güvencesizlik daha fazla sorgulanmaya başladı. İnsanlar özellikle vakıf üniversitelerinde her an keyfi olarak işten atılabileceğini, soruşturmalara maruz kalabileceğini daha net bir şekilde gördü. Sizce bu hareketlenme sürdürülebilecek mi, buradan var olan üniversite yapısına karşı yeni bir direniş, mücadele çıkar mı?

Şimdi önce duruma ilişkin bir şey söyleyeyim. Diyalektiğin niceliğin niteliğe dönüşmesi yasasına küçük bir referans yapacak olursak sizin de dediğiniz gibi baskılar her zaman vardı ama bugün değişik bir düzeye doğru bir sıçrama görüyoruz. Ve bunun arkasında, aynı yere geliyormuşuz, güzel bir şey, “çünkü” diye bırakmıştım bir önceki cevabın sonunda sözü, bu konuda konuşacaktım. Benim görebildiğim kadarıyla, biliyoruz, Davutoğlu hükümeti terörle işbirliği dolayısıyla derhal görevden el çektirme türünden bir idari kararı geçirdi. Sadece genel olarak kamu çalışanlarına değil, onun ötesinde üniversiteyi de özel olarak bu alanda da vurup üniversitede çok daha esnek, bunu çalışma ilişkileri açısından söylüyorum, insanların işten çok daha kolay çıkarılabildiği ve üniversiteyi bu iktidarın ihtiyaçlarına ve isteklerine göre yeniden biçimlendirecek bir atılımın hazırlığına doğru giriştiler anladığım kadarıyla. Bunun daha önceden var olup olmadığını bilmiyorum. Bu olay, bu çıkış mu bunu daha hızlandırdı yoksa daha evvelden bir hazırlık vardı da bunu bir fırsat olarak mı gördüler bilmiyorum.

Yalnız, bir an geriye dönmemiz lazım. Hepimizin her pratik gelişmede ve özellikle bir aydınsa, üniversite kadrosuysa, işi bir aydın işiyse, geçmiş düşünceler ışığında pratik geliştirmeleri değerlendirmesi gerekir.

Geçmişte vakıf üniversitelerini “devlet baskıcıdır, özelde daha çok özgürlük havası olur, nefes alabiliriz” diye savunan çok arkadaşımız oldu, soldan da. Şimdi bu insanların vakıf üniversitelerinin çok daha kolay insan atabildiğini görmesi lazım. Çok daha haşin olduklarını görmesi lazım. Vakıf üniversiteleri şundan da yakalanıyorlar: tamamen devletin bir dizi yardımına ve desteğine muhtaçlar. Bunlar kapitalist işletme aslında. Biz bunlara “vakıf üniversitesi” adını koymuşuz. Bir kısmı kendi holdinglerine prestij toplamaya çalışıyor – belki bunlar daha üniversite gibi. Ama bir kısmı doğrudan doğruya kâr kapısı. Ona göre çalıştırılıyor. Dolayısıyla bunlar her türlü sübvansiyon, destek, kredi, izin, bazen ihale, bu tür şeylerin peşinden koştukları için hükümete de bağımlılar zaten. Dolayısıyla kendileri saldırgan olmasa bile hükümetin isteklerini bir basınç olarak aşağıya aktarıyorlar. Dolayısıyla özele güven duymak için hiçbir neden yok. Her yerde aynı mücadeleyi vermemiz lazım. Benim kanaatim, Eğitim-Sen’in özelin öğretim görevlilerini de, yasalar ne derse desin, örgütlemeye girişmesi gerekiyor. Bütün bunlara karşı mücadele vermemiz lazım.

Ama sorunuza ben esas olarak şu cevabı vermek istiyorum. Üniversiteyle sınırlı kalarak bunun başarı kazanabileceğini düşünmüyorum. Daha genel olarak mücadeleyi örgütleyebilirsek ancak…

Toplam iktidar baskısına yönelik olarak mı?

Evet. Ben mesela özeli de biliyorum, kamuyu da biliyorum. Kamuda bu “terör” meselesi falan iyice büyüdü. Zaten kamuyu YÖK sayesinde iyice kontrollerine almışlardı. Özelde de çok atomize insanlar. Kamuda hiç olmazsa bir sendika var. Eğitim-Sen bazı yerlerde ağırlığını hissettirebiliyor. ODTÜ mücadelesini hatırlatmak isterim size. İki araştırma görevlisine yapılan baskı ciddi bir mücadeleyle püskürtüldü, geçen dönemde.

Birkaç ay önce…

Evet, daha birkaç ay önce, çok yeni. Çadır kurdular rektörlük binasının önüne, çok ciddi bir mücadele verdiler ve kazandılar mücadelelerini.

Ama özelde örgüt falan yok ve herkes tamamen bireysel düzeyde atomize olmuş olarak kontrolü yönetime kaptırmış durumda. Dolayısıyla son derece tehlikeli. Ben direncin kitlesel olarak yeniden başlayabileceğini düşünmüyorum. Burada kariyerizm akademisyenleri yönetimlere bağlıyor.

Daha geniş bir mücadele olmadıkça, burası ancak kısmi bir katkıda bulunur ve üniversiteyi tek başına kurtarmak bana mümkün değil gibi geliyor. Ama

Peki bu mücadele nerelerden genişletilebilir? Ne yapılmalı?

Ben bu durum konusunda solun, yani, işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin yanında olan siyasi akımların ve aydınların zaman zaman fazla karanlık bir tablo çizdikleri kanaatindeyim. Evet, Tayyip Erdoğan bir istibdat rejimi inşa etme yolunda ilerliyor ve epeyce adım atmış durumda. Bazen Hitler’e bile benzetiliyor. Hatta kendisi de ağzından kaçırdı, bilinçaltı bazen kötü oyunlar oynuyor. Ona, özellikle çok oynuyor.

Ama arada çok ciddi bir fark var. Evet şu benziyor, iktidara oyla gelip, adım adım bir istibdat rejimini, Hitler’in durumunda faşist bir rejimi / Nazi rejimini inşa etmek, benzeyen bir yan tabii. Ama şöyle bir somut farklılık var: Tayyip Erdoğan, gerileme içinde bir politikacı. Hitler seçimi kazandıktan sonra çok hızlı biçimde hareket ederek bir diktatörlüğü kurdu, yükselen bir akımdı, bir şahsiyetti; hiçbir ciddi darbe almadı, gerçek despotizmini kurana kadar. Tayyip Erdoğan, 2013’ten beri, Türkiye’de Gezi’yle birlikte başlayan halk isyanı olalı beri sarsılıyor.

Aslında biz Gezi’nin parçası olan unsurlar Gezi’nin anlamını başkalarından daha az görüyoruz. Mesela Amerikalıların yaptıkları açıklamalara bakın, “Tayyip Erdoğan’ın, Amerikan yönetimiyle ilişkisi neden iyi değil?” sorusuna cevap aradıklarında, hepsi 2013’ten, Gezi’den başlatır tahlilini. Daha bugün basında birçok örnek var bu konuda. Gezi, beraberinde, Tayyip Erdoğan’ın bir istikrar unsuru değil, kendisinin bir istikrarsızlık unsuru olduğunu kanıtladığı için, üst üste kendi müttefikleri ile de arasının bozulmasına yol açtı. Bunların arasında Fethullah Gülen var, bunların arasında liberaller var -maalesef İslamcı bir hareketin etkisini böyle bir anlayışa tamamen yabancı olan laik katmanlara ve özellikle aydın katmanları arasında yaymaya alet olan zavallı duruma düşen liberaller ve sol liberaller var. Erdoğan’dan uzaklaşanlar arasında emperyalizmin her iki odağı da, ABD de, AB de var. Ve bunların arasında nihayet AKP’nin kendi içinden Gül ve Arınç’ın başını çektiği bir kanat var. Bunların hepsi aslında Erdoğan’ın geçmiş müttefiklerini kaybettiği için başka alanlarda zayıf olduğunu gösteriyor.

Bizim tarafa bakarsanız, Türkiye aslında son derece sarsıntılı gelişmelerle yaşamış bir ülke. Bakın, bunu unutuyor insanlar: iki yıl içinde 2013 Haziran’ında başlayan ve Eylül’ünde biten, Gezi’yle başlayan halk isyanı, bir sene sonra Ekim ayında Kürt illerinde muazzam bir serhildan, yansıtılmadı, gizlendi özel olarak gizlendi, sanki orada sadece iki grup arasında silahlı çatışma yaşanmış gibi gösterildi, bu doğru değil. Ve üçüncüsü 2015’te, yani Gezi’den tam iki sene sonra, Mayıs-Haziran aylarında Bursa’dan başlayarak ülkedeki metal sektörünü, on binleri kapsayan muazzam işçi hareketi, üstelik de  sağın çok etkisi altında kalmış bir işçi kitlesinden gelen bir mücadele… Siyasallaşmadı. Ama orada başlar, başka yere gider. Hala da o hareket bitmiş değil. En son Renault’daki geri düşüşe rağmen, Bursa’da mesela bir gerilim yaşanıyor. Özellikle de asgari ücretin kıdemli işçilere yansıtılması bakımından, kıdem tazminatı bakımından vb. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Son üç yıl içinde -artık üç yıl oldu Gezi’den bu yana, yaklaşıyoruz yıldönümüne- üç tane çok önemli toplumsal hareket… Her toplumda bir tanesi olsa bile ciddiye alınacak üç hareketin yaşandığı bir ülkedeyiz.

Demek ki bu üç unsur aslında şunu gösteriyor: toplumsal dinamikler nerededir? Ben eğitimci arkadaşlarımızı esas olarak, Gezi hareketi gibi, özellikle büyük kentlerde çok çeşitli katmanları kapsayan ve AKP’ye çok ciddi bir muhalefeti temsil eden Gezi atmosferinin içinde düşünüyorum. Bunun yanı sıra Kürtler var, bunun yanı sıra kol emekçileri var. Dolayısıyla ne zaman nerede bir gelişme olacağını hiçbir zaman bilemeyiz ama 2013 Mayıs ayında Gezi’nin olacağını kimse söyleyemezdi belki de o dönemde. Kürtlerin durumu belli, işçi hareketi de yeni bir şey… Kürtlerle işçiler arasında bugün bir açının var olduğu açık fakat bu açıyı kapatmak bizim görevimiz. Ve işçi sınıfını örgütlemek solun mutlaka önceliği olması gerekir. Kürtler kendilerini örgütlüyorlar. Sorun Batı’da bizlerin sorunu.

Unutmayalım Gezi, bazen çok indirgemeci bir yaklaşımla Taksim’e indirgeniyor, oysa Gezi aslında büyük bir Alevi isyanıdır. Bu, parktaki ağaçların kesilmesine karşı olmakla eşit derecede Suriye savaşına karşıdır. Aleviler bir nefis müdafası içinde olduklarının üç senedir farkındalar. Suriye’deki mesele bir Alevileri ezme savaşıdır. Dolayısıyla Gezi ona da karşıdır.

Burada sanırım şöyle bir şey anlamak gerekiyor: Kötümser, karamsar bir hal var içimizde ama aslında gerçek durum öyle değil.

Tam da bunu da söylemeye çalışıyorum. Bizim bu değişik katmanları hareketlendirmek için bu tabloyu anlatmamız, mücadelemizi hiç umutsuzluğa kapılmadan daha fazla örgütlememiz gerekir. Hangi an bu kıvılcım gelir bilemeyiz. Recep Tayyip Erdoğan yönetimi mutlaka zorluklara düşecektir. Kitlelerin onu gördüğü zaman bambaşka bir tavır alacağını, yenilenen seçimlerde veya büyük grevlerde ve eylemlerde bambaşka bir Türkiye doğurabileceğini hiç unutmayalım.

Arakadaşlarımız genellikle şöyle, “gidiyor bu iş, eyvah, ne yapacağız” havasındalar. Böyle değil bu iş.

Aksine çok dinamik…

Evet çok dinamik. Tam da söylediğiniz gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bazen tarihte karşıdevrimci veya baskıcı rejim eğilimleriyle, daha mücadeleye, isyana, devrime yönelik eğilimler iç içe gelişir. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman herkes insanlığın sadece bir katliamın içine girdiğini zannediyordu. Mesela Lenin gibi birisi orada bir devrimin yuvalanabileceğini erkenden sezmişti. O, halkların birbirini kestiği aynı ortam, içinden  20. yüzyılın, modern çağın en büyük devrimini doğurdu. Arkasından da Alman Devrimi’ni doğurdu. Genellikle bilinmeyen bir şey bir yıl arayla çok benzeyen bir devrim, maalesef başarıya ulaşamadı. Ama şunu demek istiyorum, bu tür iç içe geçmeler oluyor.

Günümüzde Güney Avrupa’ya bakın; Yunanistan, İspanya, Portekiz… Her yerde sol yükseliyor. İngiltere’de sol yükseliyor, Amerika’da Sanders’ın durumu – ben bu partilerin hiçbirine güvenmiyorum ama bunun arkasındaki sosyal güç bir mücadelecilik eğilimidir. Amerikan toplumunda, “Ben sosyalistim ve bir halk devriminin peşindeyiz biz” diyen bir adaya bu destek nereden geliyor, bu soruyu sormalıyız. Sanders’a değil, Sanders’ı buraya getiren toplumsal güce bakmalıyız.

2011-2013 arasında dünya sarsıldı. Hatırlayalım, kaç yıl önce daha… Gezi onların doruk noktalarından bir tanesiydi. Brezilya ve Mısır’ın son büyük atılımı… 2013’ün Haziran ayı doruk noktasıydı. Ama ondan önce Arap devrimi oldu. Ondan önce Wall Street oldu. Ondan önce İspanya’da Öfkeliler hareketi oldu. Say say bitmez.

Peki şunu sorayım, az önce bahsettiğiniz karamsarlık halinin, akademi içinde hakim olduğunu düşünüyor musunuz şu an? Yoksa kırıldığı bir süreçte miyiz?

Buna düşünsel düzeyde bakarsak aydınlar, sol aydınlarımız ciddi bir karamsarlık içinde gibi hissediyorum. Bazıları fedakarca, buna rağmen mücadele ediyorlar. Türkiye’de ilginç bir durum var, bunu hepimizin saptaması lazım. Tamamen içselleştirilmiş bir şekilde Kürt halkı her koşula rağmen mücadele ettiği için zaman zaman mücadele güçleniyor, zaman zaman biraz daha zayıflıyor ama asgari ve temel çekirdeği yerinde duruyor. Onların etrafında öbeklenen aydınlar daha moralli. Ama o aydınlar da hangi müttefik gelebilir, hangi yolda yürüyelim o konuda çok açık değiller ve sadece kahramanca mücadele veriyorlar. Kahramanlığına hiçbir şey demiyorum ama yönde bir sorun var.

Bakın ben size bir şey söyleyeceğim, samimi bir dost eleştirisi olarak. 2015 7 Haziran’ıyla 2015 1 Kasım’ı arasında muazzam bir fırsat kaçırılmıştır. O dönemde, 7 Haziran’dan sonra Tayyip Erdoğan günlerce konuşamadı. 13 yıldır insanlar bir nefes aldı gibi oldu. O konuşmazken, öbür tarafta muazzam bir moral vardı. Ne yapıldı? Hiçbir şey yapılmadı. Onun yerine TÜSİAD’ın istikrar çağrısı, CHP-AKP hükümetinde cisimleştirilmek istendi, HDP de maalesef ona destek olmayı bekledi. Muazzam bir fırsat kaçırıldı.

Politikada zamanlama önemli bir şey. Yeniden o zamanların gelebileceğini varsaymak zorundayız. Çünkü dünya eğilimleri de Türkiye eğilimleri de onu gösteriyor. Seçimler demiyorum illa, büyük grev dalgaları oldu, örnek diye söylüyorum.

Biz hazırlığımızı yapmalıyız, diyorsunuz yani…

Evet, tam tamına öyle, hazırlığımızı yapmalıyız. Uygun yerlerde yapmalıyız. Türkiye solunun yanı işçi sınıfının yanıdır önce. Kürtlerle dayanışma? Yanındayız elbette ama biz Kürt hareketinin yaptığı işleri sadece tekrarlamakla bir yere gidemeyiz. Hata diye ona diyorum, anlatabiliyor muyum, tek yönlü bakmak diye… Kahramanca olabilir ama yaptığı etki çok az olabilir.

Batıdaki aydınların mutlaka işçi sınıfına yüzlerini çevirmeleri gerekiyor. Elbette bunun içine beyaz yakalı denen insanlar da dahildir. Bunun içine elbette kamu emekçileri de dahildir. Toplam olarak proleteryadan bahsediyorum, sadece kol emekçileri değil ama kol emekçilerini çok ihmal etmiş durumdayız. Onu vurgulamak istedim. Bu bütün içinde akademisyenlerin mücadelesi de başarıya ulaşabilir.

Yoksa sadece üniversitede değil, ya liselerde yaptıkları? Mahvettiler Türkiye’de eğitim sistemini. Müthiş geri gidiyor ve önümüzdeki dönem çok kötü etkiler bırakabilir. Benim bütün ümidim, bir bütün olarak bu mücadelenin içinden çok daha ileri bir atılım çıkabileceği ve dolayısıyla o tahribatı çözebileceğimiz. Aksi takdirde zaten çok daha zor günler bekliyor bizleri.

Son olarak Sendika.Org okurlarına iletmek istediğiniz bir mesajınız var mıdır hocam?

Sendika.Org hepimiz için yararlı bir iş yapıyor, o bakımdan tebrik etmek lazım. Okurlara yönelik olarak da adında “sendika” olan bir web sitesi söz konusu. Bu demektir ki işçi sınıfına, emek mücadelesine önem veren bir ortamdan faydalanarak haberleri okuyorlar. Daha fazla, daha çok insanın Sendika.Org’u okuması, diğer sol yayınları da tabii ki okuması bizim için büyük bir kazanım olur. Bu mücadelede hep beraber, aynen geçmişte Gezi’de olduğu gibi, ileride de daha büyük işçi sınıfı, emekçi mücadelelerinde hep beraber büyük başarılar kazanacağımıza ben inanıyorum şahsen. Dolayısıyla cüretle, cesaretle yürüyelim.

Teşekkürler hocam.

Not: Bu söyleşi 29 Mart tarihinde yapılmıştır. 

Sungur Savran: Üniversitede siyasal bilim eğitimi gördü, yüksek lisansını ABD’de tamamladı. Doktorasını iktisat dalında yaptı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde on yıl boyunca asistanlık ve öğretim üyeliği yaptı. 1983 yılında YÖK’ü protesto ederek görevinden istifa etti. Bu tarihten sonra ABD’nin çeşitli üniversitelerinde ders verdi. 80’li yıllarda Yapıt dergisinin yazı kurulunda bulundu, Onbirinci Tez dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 1988’de Sınıf Bilinci dergisini kurarak Devrimci Marksist teorik yazılar yayınladı. 90’lı yılların başında Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm gazetesinin yayın kurulunda yer aldı. Şu an Devrimci İşçi Partisi Genel Başkanı olan Savran aynı zamanda Praksis dergisi Danışma Kurulu üyesi, Devrimci Marksizm dergisi ve Gerçek Gazetesi yazarıdır.

Dosya: Barış için Akademisyenler