Esra Mungan: Kürt meselesi değil Türk meselesi!

Yazar / Referans: 
Agos
Tarih: 
02.05.2016

Boğaziçi Üniversitesi’nin 153 yıllık tarihinde ilk tutuklanan akademisyen olan Esra Mungan, "Meral Hoca ve Muzaffer Hoca bu süreçte işsiz bırakıldılar. Onların işsiz kalması, üniversitelerinin utancıdır. Ben bu sürece ‘ilahi diyalektik’ diyorum. Bizi cezalandırmak, sindirmek, korkutmak ve susturmak için her şeyi yaptılar ama tam tersine bir etkisi oldu. Bu süreçte hepimiz çok güçlendik” diye konuştu,

Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı ve basın bildirisini okuduğu için Muzaffer Kaya, Kıvanç Ersoy ve Meral Camcı’yla birlikte tutuklanan ve 40 gün tutuklu kalan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, “Ders bittikten sonra kampusta arkadaşlarıma rastladım. ‘Esra iyi misin? Evine polis gelmiş” dediler. Bu cümleleri duyduğum an, ruh halim ve zihnim 180 derece değişti! Diyarbakır’dan majör bir depresyona girmiş halde dönmüşken, evime polislerin geldiğini duyduğumda inanılmaz bir mücadele gücü geldi bana. O zamandan beridir böyle! Devlet, ‘Cezalandırayım, sindireyim, korkutayım’ derken, beni ağır bir depresyondan çıkardı! ‘Tamam, öyle olsun! Biz buradayız, bir yere kaçacak değiliz. Kaçmadık da bugüne kadar!’ dedim. Ben bu ülkede, farklı farklı insanlarla, barış içinde ve eşit olarak yaşamak istiyorum. Biz buraya aitiz ve bizi vatandaşlıktan çıkarmak kimsenin aklının ucundan dahi geçmesin!” diye konuştu. Nokta dergisinde yayınlanan söyleşiyi kısaltarak yayınlıyoruz.

Barış İçin Akademisyenler’in hazırladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı bildiriyi en başta 1128 akademisyen imzalamıştı. Devlet, tutuklamak için neden sizin de aralarında bulunduğunuz dört kişiyi seçti?

11 Ocak metni, Barış İçin Akademisyenler’in hazırladığı ilk metindi. Bu metin daha sonra imzaya açıldı. Basın toplantısı yapılacağı saatte imzacı akademisyen sayısı 1128 olmuştu. “İmzacı olarak kim gelirse gelsin, kalabalık olalım” dedik. Hedef göstermeler ve baskılar artınca Şubat’ta, Ankara’da, imzacılar olarak bir araya gelip tanışalım istedik. O büyük buluşmada, her grubun kendi yerelinde barış mücadelesi vermesi kararı alındı. Bunun ardından Barış Akademisyenleri İstanbul Grubu gibi bir oluşum ortaya çıktı.

Bu esnada yaşanan soruşturmaları, işten çıkarmaları, disiplin suçlamalarını, akademisyenlerin odalarına çarpı işaretleri konmasını, fiziksel tehditleri anlatalım istedik, İstanbul Grubu olarak. İktidar, o tehditlerden sonra akademisyenlerin imzalarını çektiği gibi bir algı oluşturdu. Halbuki imzalarını çekenlerin sayısı 120 civarındaydı. Yaratılan algının gerçek olmadığını ve sözümüzün arkasında durduğumuzu, barış için neler yapacağımızı söylemek istedik.

Neler yapacaktınız?

Yapacaklarımızdan bir tanesi Kürt bölgelerinde akademik nöbet tutmak, diğeri de işten çıkarılan meslektaşlarımızın üniversiteleri önünde açık dersler vermekti. İstanbul Grubu olarak kolektif olarak hazırlandığımız bu süreçte hızlıca bir basın toplantısı yapmak istedik. “Metni bir kişi değil, dört kişi okusun. İki kadın, iki erkek; iki devlet üniversitesi, iki de vakıf üniversitesi olsun” dedik. Okumak için gönüllü olduk. Yani kolektife ait metnin sadece okuyucusuyduk. 10 Mart Perşembe günü metni okuduk. 13 Mart’ta İrfan Fidan isimli savcı yemeyip içmeyip, Pazar günü izinli olmasına rağmen yakalama ve gözaltı kararı çıkardı. Yani metnin okuyucusu olduğumuz için hedef alındık. Yoksa ne bir temsilcilik, ne de bir sözcülük görevimiz vardı kolektif içinde!

Arkadaşınız Meral Camcı, bildirinin iddianamede eksik olarak alıntılandığını söyledi...

İddianameye, 10 Mart metnindeki bir paragrafın alınmadığını fark ettik. Aslında ta sorgu sırasında 11 Ocak metni ellerinde olduğu halde 10 Mart metni yoktu. Halbuki gözaltı ve yakalama kararına yol açan da 10 Mart metni! Bu metnin kopyası ellerinde olmadığı gibi, metni okumamışlar bile! İlginç olan Savcı İrfan Fidan hiçbir zaman karşımıza çıkmadı! Orada başka bir savcı ifademizi aldı. O savcı da 10 Mart’ta, 11 Ocak metnini tekrar okuduk zannediyordu.

Yani bilgisizdi...

Bilgisizdi. 16 Mart’taki o savcılık ifademizde bunu hatırlattık. Metin ellerinde olmadığı için bizden kopyasını istediler. Avukatımız o metni verdi.

Hakkınızdaki tutuklama kararı, “terör örgütü propagandası” gerekçesiyle verildi. Öncesinde ise KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat’ın 22 Aralık’ta yaptığı “Aydın ve demokratik çevreler özyönetimlere sahip çıksın” sözlerine binaen, 11 Ocak’ta bildiriyi talimatla yayınlandığınız iddia edildi.

Çünkü TMK’yı başka türlü işletemezlerdi! Duyduğumuzda inanamadık! Çünkü biz herhangi bir örgütten bahsetmedik metinde. Şiddet, cebir öven hiçbir şey yoktu. TMK’nın çerçevesine alıp bir dehşet yaratabilmek için Bese Hozat’ın talimatıyla ilişkilendirildi. Benim o açıklamadan haberim dahi yoktu o ana kadar.

Metnin yazım süreci nasıl gelişti?

Güneydoğu’da ablukalar ve ölümler olurken, gerçekten ders veremez hale geliyorsunuz. Suruç Katliamı sırasında okullar açık değildi ama 10 Ekim’deki Ankara Katliamı’nın üzüntüsünden ders veremiyorduk. Öğrenciler de derse girmiyordu ve Boğaziçi Üniversitesi’nin jimnastik salonunda öğrencili, hocalı bir seans yaptık. “Bu koşullarda bilim yapamayız” dedik. Nefes alamıyorduk ama ölümler devam etti.

2014’te İsrail, Gazze’deki o vahşeti yaptığından beri İsrail’deki hiçbir konferansa gitmiyorum, boykot ediyorum. Çünkü o bir Filistin değil, İsrail meselesidir. Aynen bizdeki gibi: Kürt meselesi değil Türk meselesi! Halkı ve akademiyası sustuğu sürece İsrail’e gitmem. Yapılanlara sustuğunuzda, ortak oluyorsunuz! Bu düşüncelerle “Devlete hitaben bir metin yazalım. Acilen bir barış süreci başlatılmalı. Bunun için elimizi taşın altına koyarız” dedik.

Bunu söyleyen kaç kişiydiniz?

Epey fazlaydık. Barış İçin Akademisyenler, 2012’deki açlık grevleri sırasında ortaya çıktı. Türkiye’deki 50’nin üzerinde üniversiteden, 264 akademisyen o bildiriye imza attı. 11 Ocak’taki imza metni ortaya çıktığında ise bir günde imza sayısı 500’e yaklaştı. 1128 imzacı akademisyen de inanılmaz bir sayıdır. Şimdi 2200’ün üzerinde. Dünyada, bu kadar çok akademisyen tarafından imzalanan bir metin sanırım yok.

Hapse girdikten sonra, hatta hücreye alındıktan sonra bu direnciniz kırılmaya uğradı mı?

Tersine... 12-13 Mart’ta birkaç akademisyenle Diyarbakır’a gitmiştik, akademisyenler nöbeti için. Cumhurbaşkanı Erdoğan bizler için “Sizler ne Doğu’nun ne de buraların adresini bilemeyecek kadar cahilsiniz” dese de, pek çoğumuz defalarca Kürt coğrafyasına giden insanlarız. 2016 Mart’tan önce 2015 Kasım’ında gitmiştim. Sonra, Aralık ayı başında Tahir Elçi öldürüldü. Bir sonraki hafta taziyeye gittik ve Diyarbakır’ı daha da çökmüş gördüm. Mart ayındaki gidişimde ise duygusal olarak dağıldım. Döndükten sonra eşime dahi hiçbir şey anlatamadım. Anlatabilseydim, ertesi gün dersime de giremeyecektim. (Gözleri doluyor, yutkunuyor ve bir süre susuyor.)

Döndükten sonra derse girerken Diyarbakır’daki annelerin, kulaklarımda yankılanan sesini bastırmaya çalıştım. O dersi nasıl bitirdim bilmiyorum. Ders bittikten sonra kampusta arkadaşlarıma rastladım. “Esra iyi ki seni gördük! Çok telaşlandık. İyi misin? Evine polis gelmiş” dediler. Bu cümleleri duyduğum an, ruh halim ve zihnim 180 derece değişti! Diyarbakır’dan majör bir depresyona girmiş halde dönmüşken, evime polislerin geldiğini duyduğumda inanılmaz bir mücadele gücü geldi bana.

O zamandan beridir böyle! Devlet, “Cezalandırayım, sindireyim, korkutayım” derken, beni ağır bir depresyondan çıkardı! "Tamam, öyle olsun! Biz buradayız, bir yere kaçacak değiliz. Kaçmadık da bugüne kadar!" dedim. Ben bu ülkede, farklı farklı insanlarla, barış içinde ve eşit olarak yaşamak istiyorum. Biz buraya aitiz ve bizi vatandaşlıktan çıkarmak kimsenin aklının ucundan dahi geçmesin!

Cezaevine girdikten sonra tek kişilik hücreye konuldunuz. Hapse atmaları dahi öfkelerini dindirmedi. Bu nefreti, neye yordunuz?

5. Sulh Ceza Hakimliği’nde, TMK 7/2’den suçlanmanın ne kadar saçma olduğunu anlattık. Avukatlarımızın etkili savunmalarına rağmen tutuklama kararı gelince “Vay canına! Anlaşılan, devletin her türlü sindirme paketine muhatap olacağız!” dedim. Boğaziçi Üniversitesi’nin 153 yıllık tarihinde ilk defa tutuklanan akademisyen olarak, diğer arkadaşlarımla cezaevine giderken “Mücadele devam edecek” dedim. Bir çarşamba günü tek kişilik hücreye, tecride alındım. Cuma günü de resmi olarak tebliğ edildi. Geçici değil, hakikaten kalıcı oldu.

Hücrede kaç gün kaldınız?

12 gün kaldım. Hakikaten kötü ve pis bir yerdi. Cezaevine girdikten sonra deliksiz uyumadığım tek bir gece olmadı.  Orada, “Mahvoldum” demenin bir faydası yok. Bu ülkede insanların ne işkenceler yaşadığını düşündüğünüzde, öyle bir duygu ayıp kaçar.

Özgürlüğünüze kavuştuktan sonra öğrencileriniz nasıl karşıladılar sizi?

Çok güzeldi ama içimde bir burukluk var. Kıvanç Hoca ve ben, öğrencilerimize dönüp bu güzel duyguları yaşayabildik ama Meral Hoca ve Muzaffer Hoca bu süreçte işsiz bırakıldılar. Onların işsiz kalması, üniversitelerinin utancıdır. Tarih, bunları yazacaktır. Ben bu sürece “ilahi diyalektik” diyorum. Bizi cezalandırmak, sindirmek, korkutmak ve susturmak için her şeyi yaptılar ama tam tersine bir etkisi oldu. Bu süreçte hepimiz çok güçlendik. Biz cezaevindeyken nöbet tutan insanlar arasında hiçbir zaman yan yana gelemeyecek kişiler vardı. Buna rağmen kenetlendiler.

Çünkü burada bir ‘ifade özgürlüğü’ meselesi vardı. “Bildirinize katılmıyorum ama düşüncenizi ifade edebilmeniz için her türlü mücadeleyi vermeye hazırım” diyen mektuplar da aldım. Hatta bunu söyleyen bir kişi ta Almanya’dan geldi, bizim için nöbet tutmaya.

Bundan sonrası için nasıl bir eylem planınız var?

Öncelikle Meclis’te muhalefet partileriyle görüşmek istiyoruz. Türkiye akademiyası bu süreçte korkunç bir sınav verdi! Şaşırdık mı? Kesinlikle hayır! Türkiye’deki üniversitelerin önemli bölümünün sağ ideolojinin ürünü olduğunu ve biat kültürüyle donandığını biliyoruz. Bu nedenle alternatif, açık dersler vermek istiyoruz. Barışın nasıl gelebileceğine dair akademik çalışmalara ağırlık vereceğiz. Bir yandan da dünya akademiyasını harekete geçirmek istiyoruz: Akademik Enternasyonal. Herkes kendi bahçesine dair söylem üretmek zorunda.