Büyük Resimde Bir Fırça Darbesi Olarak Akademiden İhracım

Yazar / Referans: 
Ülkü Doğanay - BİA Haber Merkez
Tarih: 
16.02.2017

Benim hikâyem, o büyük resmin içindeki bir fırça darbesinin hikâyesi. Onu gördüğünüzde, resmin neyi anlattığını da görebileceğinizi umuyorum. Belki bu fırça darbelerini çoğalttığımızda, o resmin henüz tamamlanmadığını, son bir gayretle bambaşka bir manzara ortaya çıkarabileceğimizi görürüz.

Ülkü Doğanayİstanbul - BİA Haber Merkezi15 Şubat 2017, Çarşamba 10:16

7 Şubat 2017 tarihli KHK ile, benden önce ihraç edilmiş olan “barış imzacısı” çok sevgili arkadaşlarımın arasına katıldım.

Ankara Üniversitesi barış imzacılarını ihraç etme konusunda öncü bir rol oynadı. Ankara Üniversitesi’nden son KHK ile 71, Eylül ve Ocak aylarında çıkan KHK’larla birlikte toplamda 101 barış imzacısı ihraç edildi.

Cumhuriyet’in öncü üniversitelerinden olmakla övünen bu üniversite, Barış için Akademisyenler Bildirisi’nin yayınlanmasının hemen ardından birinci ve ikinci imzacılara soruşturma açmada da ilk sırada yer aldı. Web sayfasında misyonunu açıklarken  “eleştirel düşünebilen ve sorun çözebilen, kişisel ve mesleki alanda kendini sürekli yenileyen, doğaya duyarlı, farklılıklara saygı gösteren, yaratıcı bireyler yetiştirmeyi” görev bildiğini ilan eden üniversite yönetimi, eleştirel düşüncenin bir ürünü olan, devleti insan haklarına saygı göstermeye çağıran ve Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran bir sorunun şiddetle değil ancak müzakere ile çözülebileceğini ileri süren bir bildiriyi imzaladığımız için son bir yıldır ağır bir mobbing altında kalmamıza yol açan uygulamalara başvurdu.

Hakkımızda açılan soruşturma(ların) yanı sıra yurtdışı görevlendirme taleplerimiz yine bu soruşturmalar bahane gösterilerek reddedildi; uluslararası konferanslara katılımımız bu yolla engellendi ve bu tür etkinliklere katılımımıza olanak sağlayacak fonları kullanmamıza da izin verilmedi. Komisyonlardaki görevlerimize yeniden atanmadık; kadro taleplerimiz ya yanıtsız kaldı ya da başvurduğumuz kadrolarla ilgili süreçler, etik ve yasadışı yollarla engellendi. Darbe girişiminin ardından maruz kaldığımız baskının dozu da arttı.

Rektör, çeşitli vesilelerle görüştüğü meslektaşlarımızla ya da dekanlarla bize gönderdiği mesajlarında imzamızı geri çekmezsek hepimizin atılacağını açıkça ifade etti. Nitekim dediğini de yaptı.

Şimdilerde YÖK ihraçların üniversite yönetimlerinden gelen taleple yapıldığını, kendilerinin bir sorumluluğu olmadığını ilan ede dursun, üniversite yönetimi de senato toplantısına katılanların aktardığına göre, hakkımızda açılan soruşturmaların YÖK’e devlet memurluğundan çıkarma talebiyle gönderildiğini, ancak daha önce bir ceza almamış olmamız nedeniyle bir alt ceza olan kademe durdurmayı önerdiğini iddia ediyor.

Her koşulda, sadece ifade özgürlüğümüzü kullanarak, toplumsal sorumluluğumuz nedeniyle bir soruna dikkat çekmek ve onun çözümünü talep etmek üzere imzalamış olduğumuz bir bildiri nedeniyle 101 meslektaşını kriminalize etmekte hiçbir beis görmeyen bir üniversite yönetiminden söz ediyoruz.

Rektörün ihraçlarımızdan sonra, Cebeci kampüsünde yapmak istediğimiz basın açıklamasını yaptırmamak için gösterdiği çaba, kampüse kimsenin alınmaması yönünde polise verdiği talimat, polisin kampüse girmek isteyen demokratik kitle örgütlerinin üyelerine, öğrencilere, gazetecilere ve basın açıklaması yapmak isteyen öğretim üyelerine anaakım basının bile görmezden gelemediği şiddetli müdahalesi, aynı kriminalleştirme çabasının bir yansıması değilse nedir?  Diğer yandan, Ankara Üniversitesi rektörünün bu agresif tutumunun diğer üniversitelerdeki baskıcı yönetimler için de cesaret verici olması ihtimali bir başka sorun.

Buraya kadar yazdıklarımı, olgular üzerine düşünerek bunları akademik yazma disiplini içinde ele alan bir öğretim üyesinin kaleminden çıkan cümleler olarak değerlendirebilirsiniz. Kısaca ne olup bittiğini açıklamaya çalıştım. Bu dili sürdürebilir, sizlere yukarıda anlatmak istediğim meselenin Türkiye akademisini nasıl etkileyeceğini, bundan sonra üniversitelerin “ne”ye dönüştürülmek istendiğini, üniversiteye ve akademik özgürlüğe yapılan bu müdahalelerin aslında yeni bir rejim inşasına dayanan büyük resim içinde ne gibi bir yerinin olduğunu anlatabilirim. Ama bunu yapmak yerine, ihracın benim için ne anlama geldiğini, bu ihracı nasıl yaşadığımı anlatmaya çalışacağım.

Benim hikâyem, aynı zamanda o büyük resmin içindeki bir fırça darbesinin hikâyesi. Onu gördüğünüzde, resmin neyi anlattığını da görebileceğinizi umuyorum. Diğer yandan, belki bu fırça darbelerini çoğalttığımızda, o resmin henüz tamamlanmadığını, son bir gayretle bambaşka bir manzara ortaya çıkarabileceğimizi görürüz…

İhraç edildiğimi nasıl öğrendim?

KHK ile ihraç edildiğimin haberini, 7 Şubat gecesi kendisi de 6 Ocak KHK’sı ile ihraç edilmiş olan sevgili arkadaşım Sevilay Çelenk telefonla verdi. “Başkasından duyma, hepinizi atmışlar” diyordu. Aklıma önce birlikte çalıştığım asistan arkadaşlarım geldi… Onlar için üzüldüm. Yolun bu kadar başındayken, hayallerinin yarım kalmasına, böyle hoyratça incitilmelerine çok üzüldüm.  

Kendi adıma üzüldüğümü söyleyemiyorum, daha çok bir rahatlama yaşadım. Sevgili arkadaşlarım birer birer koparılırken arkalarında kalmak zor geliyordu. Birkaç gün sonra Sevilay’a “artık senin için üzülmeyeceğime seviniyorum” dedim…

Sonra iki küçük çocuğum için endişelendim. İhraç edildiğim öğrenildiğinde, okullarında densiz bir tepkiyle karşılaşırlar mı diye düşündüm; ya da komşularımdan bir tepki gelir mi? Tam tersine, birçok veliden ve komşumdan yanımda olduklarına dair mesajlar aldım. Sanırım haklı olduğumuz o kadar aşikârdı, öyle açıkça biliniyordu ki, baskıcı rejimlerde sıkça rastlanan o korku ve suskunluk çemberi kırıldı.

Ankara Üniversitesi İlef’te ifade özgürlüğü ve ihraç tepkileri

1994’ten bu yana önce asistan, sonra öğretim üyesi olarak çalıştığım Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ise uzun süredir bu korku ve suskunluk çemberi hüküm sürüyordu.

Barış İçin Akademisyenler bildirisinin yayınlanmasının hemen ardından medya, siyasetçiler ve suç örgütü liderleri tarafından açıkça hedef gösterildiğimizde ifade özgürlüğümüze sahip çıkılmasını istedik arkadaşlarımızdan. Arkadaşlarımızın bazıları, ne yazık ki sayıları bir elin parmağını geçmiyor, Barış İçin Akademisyenler bildirisini imzalamamış olsalar da, her zaman yanımızda oldular; hala da öyleler. Onların da çabasıyla bir akademik kurul kararı yayınlandı. Karar çok yalın bir dille kaleme alındı. Kısaca “bu bildiri arkadaşlarımızın ifade özgürlüğü kapsamındadır, saygı duyulmalıdır” diyordu.

Bu karar ancak oyçokluğuyla ve uzun mücadeleler sonucunda çıkabildi. Kimileri kararın altına imza atmadıklarını, kararın oyçokluğuyla alındığını, adeta aleyhimizde kampanya yaparcasına günlerce sosyal medyadan duyurdu. Kimisi, kararın yazılmasında bizzat görev aldığı halde, son anda imzalamaktan vazgeçti, hatta başkalarını da vazgeçirdi. İşin kötüsü, bu karara imza atmayanların çoğu basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, gazetecilik etiği konularında dersler, seminerler veriyor, projelerde görevler yapıyorlardı.

O zaman her gün yüzyüze baktığımız, birlikte çalıştığımız, derslere, kurullara girdiğimiz meslektaşlarımızla aramızda yüksek bir duvarın örülü olduğunu fark ettik. Bu duvar, maruz kaldığımız hak ihlalleri arttıkça daha da yükseldi, kalınlaştı. Bir yandan da, bize yönelen sembolik şiddet arttıkça bizi yalnız bırakmakla yaşadıkları suçluluk duygularının da artmasından olsa gerek, asıl mağdurun kendilerinin olduğunu iddia etmeye başlıyorlardı. Öyle ki, haklı sitemlerimizi bile kendilerinin hedef gösterildiği şeklinde yorumladılar.

Bu arada, rektörlüğün bize yasakladığı pozisyonlar, kadrolar, yurtdışı olanaklar önlerine serilmişti. Şöyle bir örnekle somutlaştırayım: Tüm raporları tamamlandığı halde bir yıl boyunca profesörlük ataması yapılmayan arkadaşım en sonunda KHK ile ihraç edilirken, “bu arkadaşlarımızın ifade özgürlüğüdür” diyen bir açıklamaya imza koymaktan imtina eden bir başka öğretim elemanının profesörlük başvurusu ile kadroya atanması arasında yalnızca birkaç hafta geçti. Yine de onlar bizden daha çok mağdurdular. Hâlâ da öyleler. Öyle ki, bir başkası ihracımızın ardından “imza atmakla solcu olunmayacağını” ilan ediyordu. Elbette, kimin nasıl “solcu” olacağını da onlar daha iyi bilirdi.

İhracım beni rahatlattı

KHK ile ihraç edilmemin ardından, yukarıda da söyledim, epeyce rahatladım. Güz yarıyılında lisans ve lisansüstü derslerime neredeyse her girişimde, bir sonraki derste ne yapacağımıza dair bir söz söylemekten çekiniyordum, bir sonraki dersin olmayacağını düşünerek. Derse girmeyi, öğrenciyle bir araya gelmeyi benim kadar seven, yıllardır verdiği derse bile her seferinde yeniden hazırlanan, yeni kaynaklar eklemek için çaba harcayan, ders notları çıkarıp onları açık erişimde öğrencileriyle paylaşan birisi için bundan sonra ders yapamayacak olduğunu bilmek, sevdiklerimden ayrılmak dışında verilebilecek en büyük ceza. Önce sevdiklerim birer birer üniversiteden ihraç edildi, sonra derslerim elimden alındı…

Bütün bunlar, internette rastladığım bir metni, özünde haklı bulup imzaladığım için oldu. Ben kaleme alsaydım başka türlü yazardım belki. Ancak sanmayın ki pişmanım, basit bir imzanın barış getirmeyeceğini biliyordum, barış bazen tırnaklarla kazınarak kazanılır. Ben yalnızca bir pozisyon aldım. Bunun bedeli ağır oldu. Olsun.

Şu sıralar okuldaki odamı toplamaya çalışıyorum. İki yıllık İzmir macerasını saymazsam, 11 yıldır aynı odadayım. Yaşlandığım oda, kitap yazdığım, makale yazdığım, ders anlattığım, proje yaptığım, tez okuduğum, düzelttiğim, rapor hazırladığım, doçentlik dosyalarını değerlendirdiğim, dostlarımla sabah kahvesi içtiğim, dedikodu yaptığım, tatillerde çocuklarımı eylediğim, köşedeki çiçekçinin çöpe atmak üzere olduğu orkideyi getirip tomurcuklandırdığım, kitaplarımı, ders notlarımı, öğrencilerime kaynak olarak verdiğim klasörler dolusu makale fotokopisini depoladığım oda… Ne kadar zormuş!

Çekmeceden rektörlüğün ve dekanlığın profesör olduğumda bastırıp hediye olarak verdiği kartvizitler. Hiç kullanmamışım. Yurtdışındaki konferanslarda herkes birbirine kartvizit verirken utanıp sıkılarak “ben onları çekmecemde saklıyorum” demişim.  Ne yapacağımı bilemiyorum. Bugüne kadar kullanmadığıma göre, ihraç edildikten sonra da bir işime yaramaz. Atılmalı.

Kitaplar, kimisi satır satır okunmuş, kimisi derste lazım olur diye istiflenmiş, kimisi mutlaka bir gün okunacaklar rafına tasnif edilmiş… Kitapların çeşitliliğine bakınca, birbirinden farklı ne kadar çok dersi üstlendiğimi anlıyorum. Hep en çalışkan olmuşum, bir dönem kadroya atanma şartları o kadar zorlaştırılmış ki, yardımcı doçent kadrosuna atanabilen tek ben vardım… Bölümün, hatta okulun tek yardımcı doçenti olarak ne kadar hocası olmayan ders varsa bana yıkılmıştı… Siyaset bilimci olmama rağmen İletişim Fakültesi’nin programına Kişilerarası İletişim dersini ben kazandırmıştım. Psikoloji dersi bile vermişim, dün psikoloji kitaplarını asistanlara verirken halime güldüm… (Sanırım en zorlandığım dersti.)

Bunun dışında hep çalışmışım. İnsanın kendi hakkında böyle şeyler yazması tuhaf gelebilir, bana da geliyor. Ama geriye dönüp bakınca tek gördüğüm bu. Hep çalışmışım, hem de şevkle, söylenmeden, isteyerek… Öyle çalışmışım ki, kızım daha iki aylıkken, bir yandan onu emzirirken bir yandan TÜBİTAK için hazırladığımız 2007 seçimleriyle ilgili projenin raporunu yazmışım...  Düşününce bu da komik geliyor.

Öğrencilerimin tepkileri…

Toplanmaya çalışırken öğrencilerim sıkça uğruyorlar. Tabiatım gereği çok sıcak ilişkiler kurabilen birisi değilim. Onları ne kadar sevdiğimi gösterememiş olabilirim belki diye endişe ediyorum. Ama her birine teker teker sarılıp teselli etmeye çalışıyorum. Ağlamasınlar, üzülmesinler…

Öyle mesajlar alıyorum ki öğrencilerimden, değdi diyorum. Bana bunu yazabiliyorlarsa, atılmama da değdi. Bir tanesi, üç yıldır benim verdiğim Ayrımcılığa Karşı Dersleri aldıktan sonra dünya görüşünün değiştiğini yazmış, örneğin. Bunu anlıyorum, hayata başka bir gözle bakabilmiş; mağdur olanın, ayrımcılığa uğrayanın, eşitsizliğin kurbanı olanın, hakları çiğnenenin gözüyle… Bana yeter; bu erken ayrılığa değer. Bir başkası “ben birinci sınıftan beri Ayrımcılığa Karşı Dersleri alabilmenin hayalini kuruyordum, şimdi ne olacak” diyor?

Yönetimin ihraç edilen hocaların verdiği bütün seçmeli dersleri kapatma kararı aldığını duydum. Bu dönem iki seminer, bir yüksek lisans, iki lisans dersi verecektim. 6 doktora, 7 yüksek lisans öğrencim hocasız kaldı. Öğrencime verecek cevabım yok. Dekan beni ihracımdan 7 gün sonra aradı geçmiş olsun diyebilmek için. Bizden kalan dersleri kimin vereceğini hesaplamakla çok meşguldü her halde. Oysa her bir dersime öyle çok emek verdim ki, şimdi odamı boşaltırken ders notlarımı evime getirip de nerede saklayacağımı bilemiyorum.

Fakültenin web sayfasındaki ders kataloğuna yükleyerek üniversite dışında da herkesin erişimine açmış olduğum ders notlarım da, akademik kadrodaki profilimle birlikte silinmiş. Sanki hiç orada olmamışım gibi. Fakültenin web sayfasında “ilef’i ilef yapan hocalarımıza minnettarız…” yazıyor sadece. Bu hocalara ne oldu? Bu hocalar kimlerdi? Hiçbir bilgi yok. Sanki ecelleriyle ayrıldılar, ya da emekli oldular… İşlevlerini tamamladılar ve o yüzden minnetle anılıyorlar.

Ayrımcılığa Karşı Dersler

Ayrımcılığa Karşı Dersler’in üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Belki sonra daha ayrıntılı yazarım. Burada şunu belirtmekle yetineyim. Hrant Dink’in katledilmesinin ardından şimdi çoğu benim gibi ihraç edilmiş olan, bir kısmı ise üniversitenin bu değişen çehresine daha fazla dayanamayarak emekli olan öğretim üyeleri tarafından medyanın ve kimi kamusal aktörlerin bu cinayeti azmettirici rolünü teşhir etmek, sorunlaştırmak, başka türlü bir gazetecilik pratiğinin mümkün olduğunu ve olması gerektiğini öğrencilerimize anlatmak için İlef’in ders programına eklettiğimiz bir dersti. Elden ele, tam on yıl boyunca birçok hocası oldu…

Son üç yıldır ben yürütüyordum; öğrencilerimi ayrımcılığa maruz kalan çeşitli kesimlerin önde gelen temsilcileriyle, gazetecilerle, hak savunucularıyla, sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle bir araya getiriyor, onları gündelik hayatlarına, dillerine, içinde yaşadıkları dünyayı görme biçimlerine nüfuz eden ayrımcılığı sorgulamaya davet ediyordum. Geçen sene 150’den fazla öğrencinin seçtiği bir dersti. Anladığım kadarıyla beni ihraç ederek dersi de ihraç etme yoluna gittiler. Belki de bu yüzden ihraç edileceğimi, ikinci dönemi göremeyeceğimi tahmin ediyordum. Rektörlüğün dikkatini çekmişti zira bu ders… Hakkımda bir soruşturma da bundan dolayı açıldı.

Yakında rektörlüğün uluslararası yayın yapan akademisyenlere teşvik amacıyla verdiği bilgisayarımı ve aynı sebeple aldığım, şimdilerde 5 yaşındaki oğlumun oyun oynamak için kullandığı tableti iade etmek zorunda kalacağım. Okuldaki odamda internet, kurumsal e-posta adresimle birlikte, ihraç edildiğim gün kapatılmıştı. Asansörü çalıştırmak için kullandığım çipi, odamın ve öğretim üyesi tuvaletinin anahtarını, kampüse araç giriş kartını, öğretim üyesi kimliğimi teslim edeceğim. Profesör ünvanını kullanmaktan hep rahatsız olmuştum zaten. Onu da vereyim. Hem doçent daha genç gösteriyor… (ÜD/BK)

Ülkü Doğanay

Prof. Dr. Ülkü Doğanay, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Yükseklisansını ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilimdalı’nda, doktorasını ise Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilimdalı’nda yaptı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken 7 Şubat tarihli 686 sayılı KHK ile kamu görevinden ihraç edildi. Siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında çalışıyor.