Marmara’dan ihraç edilen akademisyenler: ‘Evet’le, KHK’lar ‘kaide’ haline gelecek

Yazar / Referans: 
NUR BANU KOCAASLAN
Tarih: 
18.02.2017

Aylardır peşi sıra yayınlanan kanun hükmünde kararnamelerle üniversitelerden binlerce akademisyen ihraç edilirken, muhalif sesleri bastırmayı hedef aldığı aşikar kararlar, üniversitelerden yeniden “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganının yükselmesine neden oldu.

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden iki akademisyen, Dr. Utku Uraz Aydın ve Emre Tansu Keten, Barış İçin Akademisyenler imzacısı, üniversitelerinde yıllardır sendikal faaliyet yürüten, bu nedenle dönem dönem baskılara da maruz kalan iki isim.

Akademi ihraçlarından nasibini alan iki akademisyen de, anayasa değişikliği referandumuna gidilirken bilimsel sözün bastırılmasının maksatlı olduğunu belirtirken, hala ‘ihraç edilmemiş’ akademisyenlerle de dayanışmak gerektiğini düşünüyor.

Keten, ‘geçici’ gidişlerine neden olan KHK’ların referandumda ‘Evet’ çıkması halinde kaideler haline geleceğinin altını çiziyor; Aydın da, iktidarın kültürel alandaki eleştirel hegemonyaya ciddi bir taarruz başlattığı görüşünde.

Aydın ve Keten, Nişantaşı’ndaki fakültelerinden meslektaşları ve öğrencilerinin içten vedasıyla ayrılmalarının ardından Diken’in sorularını yanıtladı.

İki Barış İçin Akademisyenler imzacısı olarak, kanun hükmünde kararnameyle ihracınıza kadar olan sürede yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Üniversitenizdeki hava nasıldı?

Uraz Aydın: İmzaları attıktan sonra sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hakaret dolu sözleriyle karşılaştık, doğrudan bizi hedefe alan, “Bunlar aydınlık değil karanlık” diye sözler sarf edildi, medyada bir karalama kampanyası düzenlendi. İş yerlerimizde bu baskıyı hissetmedik, Marmara İletişim zamanında baskıların çok fazla uygulandığı bir yerdir ve ona göre de bir örgütlülük oluşmuştu. Ondan da alınan derslerle belki çok üzerimize gelinmedi.

Kamuoyuna kısa süre önce açıklandığı gibi, akademisyen isimleri, YÖK’e rektörlükler aracılığıyla gitti. Siz buna ilişkin duyum almış mıydınız?

Önce bu konu biraz rafa kaldırıldı aslında ama 15 Temmuz sonrası bunun tekrar gündeme geleceği aşikardı. Bundan iki buçuk ay önce isimlerimizin hazırlanıp YÖK’e gönderildiğini duyduk. Çok net şeyler değildi, çok emin değildik ama giderek belli olmaya başladı. Özellikle isim göndermeyen rektörlerin üzerinde çok büyük bir basınç olduğunu duyduk. Sadece Marmara özelinde değil, şu anda hala isimlerin verilmediğini düşündüğümüz Galatasaray, Boğaziçi, Mimar Sinan’a da baskıların olduğunu biliyorduk.

Marmara İletişim’den Aydın ve Keten dışında, Burcu Yılmaz da ihraç edildi.

 

KHK’lar yayınlandıkça her defasında ‘Bu sefer kimler gitti’ beklentisi oluştu. Siz nasıl yaşadınız bu süreci?

‘Bekleyiş çok yıpratıcı bir süreçti’

Uraz Aydın: Açıkçası biz o kadar zamandır, her bir KHK’da acaba adımız var mı diye bakıyorduk. Bir sonraki ayın hesabını yaparak yaşıyorduk. OHAL’den sonra arttı ve kasım başı, kasım ortası gibi bundan emindik. Bu bekleyiş de çok yorucu ve yıpratıcı bir süreç. İşinizden olacağınızı, şu zamana kadar verdiğiniz emeğin, her şeyin belki de geçici olarak  heba edileceğinin farkındasınız. İşsiz kalmanın da ötesinde bir şey.

Kendinize ve öğrencilerinize, fakültenize, mesleğinize verdiğiniz emeğe el konulacağını biliyorsunuz. Ve bu süreci beklemek yıpratıcı oldu. Kendi adıma son KHK’ya bakarken, benim adım da vardır duygusuyla baktım.

Kendi adıma şöyle de bir durum var. Doçentlik jürim belli olmuştu. Ben yıllardır araştırma görevlisi kadrosundayım. Benim öğrencim olmuş kişiler dahi yardımcı doçent olmuşken, sendikal faaliyetlerimiz nedeniyle doçentliğim verilmedi. Doçentliğe başvurduk, jürimiz belli oldu, bizim atıldığımız KHK’dan bir önceki KHK’da, adli soruşturması olan doçent adaylarının doçentliklerinin askıya alınmış olduğunu gördük.

Dolayısıyla yedişer nüsha bastırdığımız tezlerimizle, oluşturduğumuz dosyalarımızla kalakaldık. İhraçla birlikte de doçentliğimizin tamamen önünün kesilmiş olduğunu öğrenmiş olduk. Yani sadece iş hayatımızın değil, akademik hayatımızın da karartıldığını görüyoruz.

KHK’larla yeni bir araç buldular

Emre Tansu Keten: Kamuda KHK’dan önce de baskılar vardı. 20’ye yakın hocamızı attılar. Özel üniversitelerde de sözleşmelerini yenilemeyerek birçok hocayı işsiz bıraktılar. İkincisi ÖYP sisteminde imzacı olan akademisyenleri de kendi bulundukları kadroya geri çağırdılar. Bu sistemde bir akademisyen Dicle Üniversitesi’nde kadrosu olup, Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyorsa, Marmara’da çalışır. Ancak bunlara “15 gün içinde geri geleceksiniz” diye yazı gönderdiler. Aslında YÖK içi soruşturmayla kimse atılmadı ama KHK’lar çıktığından beri buna yönelik bir araç buldular. O günden beri de tasfiye ediyorlar.

Bizim yurttaşlık statümüz düşürüldü

Şu anda bir eylemlilik ve tepki hali var akademiye yönelik yaptırımlar karşısında ancak bir süre sonra sönümlenebilir. Bundan sonraki yol haritanız nasıl olacak? 

Uraz Aydın: Biz basitçe işten atılmadık. Bizim yurttaşlık statümüz düşürüldü. B tipi yurttaş haline geldik. Terör örgütleriyle ilişkisi olduğu düşünülen, milli güvenliği tehdit eden yapılarla irtibatlı olduğu varsayılan hatta ilan edilen yurttaşlar haline geldik. Dolayısıyla diğer yurttaşların sahip olduğu bir dizi haktan mahrumuz.

Pasaportlarımız iptal edildi, salı gecesi öğrendik KHK’yla ihraç edildiğimizi. Ben biletim hazırlanmış, rektörlükten yurtdışına çıkmamda mahsur görülmediğine dair belgemi almış biçimde Hollanda’da bir konferansa gidiyordum cuma günü. Bunun sonucunda tabi ki gidemedim.

Dolayısıyla uluslararası alanda akademik faaliyetlerimiz de engellendi. Kamuda hiçbir zaman çalışamayacağız. Bunun için istifa etmiş insanlar bile ihraç edildi ki garanti altına alınsın, ‘milli güvenliği tehdit eden’ insanlar kamu görevinde bir daha yer almasın.

Tepkiler kurumsallaşmadıkça meçhul geleceğimizle baş başa kalırız

Çok ciddi bir dayanışma var. Kamuoyunda bu keyfiyet haline karşı çok ciddi bir tepki oluşmuş durumda. Ama biliyoruz ki bu tarz şeyler, kurumsallaştırılmadığı, süreklilik içinde başka vakalarla yan yana gelmediği sürece sönümlenecektir. Ve bu durumda biz kendi meçhul geleceğimizle baş başa kalacağız.

Çok sayıda dostumuz, Eğitim-Sen, üniversitelerden, liseden arkadaşlarımızdan çok ciddi dayanışma mesajları alıyoruz. Birliktelik halini, John Berger’in vurguladığı ‘Biz’ halini yeniden inşa ediyoruz. Siyasal iktidar eliyle toplumun ortak değerleri aşındırılsa da, biz kendimize ait, yeni değerler etrafında, özgürlükçü, barışçıl bir ‘Biz’ inşa ediyoruz. Bunu çok değerli görüyorum ama bireysel olarak bilinmezlik hali devam ediyor.

Kalanlar tedirgin, burasının bir akademiye benzemediğini biliyor

Emre Tansu Keten: Biz atıldık ama kalanlar da tedirgin. Solcu, sosyalist, ya da demokraside buluşan insanlar çok tedirgin. Kalanlarda iki tür akademisyen var. Artık sıranın kendisine geleceğini düşünüyor, o yüzden bizim yanımızda duruyor. Diğer kesim de aynı şekilde düşünüyor ama korkuyor. Burasının bir akademiye benzemediğinin, eskisi gibi çalışamayacaklarını biliyorlar.

Üniversitelerde huzursuzluk çok yüksek, öğrenciler arasında da. Ankara İletişim’de siz Sevilay Çelenk hocanın ismini duyarak gidiyorsunuz ama bir anda hoca gidiyor. Hatta onlarda fakülte gidiyor.

Mesele işsiz kalmak değil, akademi de çürüyor. Çürüme sürecinde ilk çıkanlarız biz aslında. Fazla da duramazdık zaten. Bunun nedeni imza oldu ama başka bir şey de olabilirdi. İmzacı olmayan akademisyenler de atıldı. Özerk üniversite mücadelesi veren bir dolu arkadaşımız var.

Uraz Aydın: İş güvencesizliğine karşı, 50D’ye karşı mücadele edenler…

Emre Tansu Keten: Bir şekilde bu çürüme hepimizi dışarı atacak. Kalanlar da bu ruh halindeler.

İçeridekilerin ihracını da önlemek temel görev

Sosyal medyada bir yorumda, “Bütün atılanlarla üniversite kurulsa süper olur” denmişti. Size karşı bir beklenti de var, atılan akademisyenlerle toplumsal bir dinamik yaratılması yönünde. Atılan akademisyenler olarak, sizler bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Uraz Aydın: İlk atılanlar biz değiliz, farklı şehirlerde atılan arkadaşlarımızın yerel küçük dayanışma akademileri kurmak gibi küçük çaplı da olsa, hem dayanışmayı büyüten, hem bizi de eğitim, öğretim, bilim faaliyetinden koparmayan zeminler oluşturma adımları oldu. Çünkü eğitimcinin de eğitilmesi gerekir, öğrencilerimizle karşılıklı bilgi alışverişiyle, mübadeleyle besleniriz.

Belki sendikayla ya da sivil inisiyatifle oluşabilecek, mesela şu şu konularda konuşabilecek, nerede ihtiyaç varsa, başka kentlere gidelim ve bilgimizi paylaşalım gibi fikirler var.

Akademiyi bir fildişi kulesi olarak algılamadık çünkü hiçbir zaman. Bunu paylaşma ihtiyacı bizde de var. Akademi, bizden olmayanın sorunlarıyla temas içinde, bunları kavrayan, kendi bakış açımızı bununla geliştirdiğimiz, buna uyarladığımız, hep birlikte yeni yanıtlar üretmeye çalıştığımız yerlerdir. Bu tür zeminlerin çoğalması mümkündür ama bunların koordine olması, kurumsallaşması gerekir.

Ama mesele sadece dışarıda kalanlar ne yapacak değil, içeridekilerin ihracını da önlemek gibi temel bir görev var. Çabalarımızın bir kısmı da gelecek KHK’larda bu sert tasfiye dalgasını önlemeye yönelik olmalı.

Eğitim-Sen’in güçlendirilmesi gerekiyor

Emre Tansu Keten: Şu anda Mersin, İzmir, İstanbul, Eskişehir ve Ankara’da dayanışma akademileri var. Toplu adı da Toplum için Akademi (TAKA). Çeşitli şeyler sürüyor ama gasp edilen haklarımızın da peşinde olacağız.

Bilginin toplumsallaşması için yine araştırmaya devam edeceğiz, kendi kendimizi fonlayacağız. Şu an üniversitelerde çalışan, akademisyen olmaya çalışan insanlara da büyük iş düşüyor. Herkesin Eğitim-Sen’li olması gerekiyor. Eğitim-Sen’in güçlendirilmesi gerekiyor.

Mağluplar arasında da hiyerarşi oluştu

Uraz Aydın: Çünkü Eğitim-Sen çok büyük bir saldırı altında. Barış İçin Akademisyenler önde fakat şunu vurgulamak lazım. Mağluplar arasında da bir hiyerarşi oluşuyor yanlış biçimde. Biz göz önündeyiz, yazdığımız çizdiğimiz biliniyor, üniversite akademisyenliğine toplumda farklı bakılıyor ama son KHK’yla 500 küsür civarında Eğitim-Sen’li öğretmen atıldı.

Dolayısıyla baskılara, KHK’ya, OHAL’e karşı duran, tarihinde her zaman demokrasi mücadelesi olan Eğitim-Sen’e saldırılar olacak. Eğitim-Sen’den sonra, sonrasında TümBelSen’e (Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası) bekliyoruz.

İktidar kültürel alandaki hegemonyayı ters yüz ediyor

Şunu vurgulamak lazım, bu ihraçların tarihsel mahiyeti olan bir yönü de var. Şu anda siyasal iktidar, sol eleştirel düşüncenin kültürel alandaki hegomonyasını, sosyal bilimlerde, edebiyatta, şiirde olduğu gibi kültürel hegomonyayı ters yüz etmeye yönelik bir adım atıyor.

Çünkü ideoloji dediğimiz şey maddi süreçler içinden geçer, üretilir ve yeniden üretilerek dağılır. Bu maddi süreçler şöyle işler; medya aracılığıyla, üretilen bilgilerin orta kademe aydınlar, gazeteciler, köşe yazarları tarafından topluma serpiştirildiğini görürüz. Üniversiteler ideolojik kültürel üretimin çok temel bir unsurudur. Ankara, Mülkiye, İLEF, Marmara İletişim, Yıldız Teknik Siyasal’a yönelik baskılar bu kültürel ideolojik hegemonyanın ters yüz edilmesine yönelik çok ciddi bir taarruzdur.

Akademik sözü kestiler, KHK’lar kaideler haline gelecek

Türkiye’nin önde gelen anayasa uzmanlarından İbrahim Kaboğlu’nun, çok sayıda sosyal bilimcinin ihraç edildiği bir dönemde dolu dizgin anayasa değişikliği referandumuna gidiliyor. Sizlerin akademiden uzaklaştırılması, referandum sürecinin de farklı seslerin bastırıldığı bir kampanya sürecinin olacağı riskini yükseltiyor. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? 

Emre Tansu Keten: Bu süreçte akademinin hedef alınması tesadüf değil aslında. İbrahim Kaboğlu gibi bir anayasacı tabi ki bu anayasa değişikliğine karşı çıkıyor, siyasal bilimciler medyada çıkıp konuşuyor, iletişimciler medyaya yapılan baskılara karşı çıkıyor. Bu sesi, akademik sözü kestiler KHK’larla birlikte.

Referandumda ‘Evet’ çıkması KHK’ların aslında bir kaide haline gelmesi olacak. ‘Evet’ten sonra KHK’larla yönetilen, devletin şirket gibi yönetildiği, en ufak milimetrik farkın bile devletten ya da çalıştığınız kurumlardan, İrfan Değirmenci örneğindeki gibi atılmasıyla sonuçlanacak.

‘Kahrolsun istibdat’ sloganı bir şans

Mülkiye’de ‘Büyük Ders’.

Ama Cebeci’yle başlayan süreç aslında bir şans. ‘Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet’ sloganı o anlamda tarihsel olarak da doğru bir noktaya oturuyor. Bu fırsatı değerlendirmek gerekiyor. Cebeci’yle başlayan akademiye yönelik saldırıya karşı savunma refleksi, toplumsal eylemlilik ‘Hayır’ cephesini güçlendiren bir şey zaten. Galiba bunu düşünmediler, bunu düşünmeden bu işi yaptılar o yüzden suçu birbirlerine atıp duruyorlar.

En pespaye tetikçileri bile bunun yanlış olduğunu düşünüyor. Cebeci’de başlayan ruh gerçekten ‘Hayır’dı, gördüğümüz fotoğraflar da ‘Hayır’dı. ‘Evet’ çıkarsa yaşanacakların bir fragmanı gibiydi gerçekten.

Cübbelerin ezilmesi yarın yargının cübbelerinin ezilmesi, doktorların önlüklerin ezilmesi anlamına gelecek, her türlü toplumsal kesimi ayaklar altına alacak, tek bir adamın menfaati doğrultusunda bütün ülkenin şekillendirilmesi referandumu olacak.

Buna karşı tüm toplumun ‘Kahrolsun istibdat’ ruhuyla hareket etmesi gerekiyor, bu ruhun kaçırılmaması gerekiyor. Akademik direnişin desteklenmesi, akademinin de örneğin metal işçilerini desteklemesi gerekiyor.

Tarihin tarihselleştiği andayız

Uraz Aydın: Biriken bir şey vardı KHK’larla. Giderek insanlara daha fazla temas etmeye başladı, tarih böyle bir şeydir. Tarihin tarihselleştiği anlar, aslında zulmün, baskıların herkese temas ettiği, yakınına kadar geldiği anlardır.

Sadece anonim birine değdiği, ‘Ah vah’ denilen değil, baskının yakınına kadar ahtapotun kolları gibi dayandığı anlardır. Darbe girişimi sonrası geniş bir konsensüs yaratılmıştı ama devletin buna karşı aldığı önlemler muhaliflere de çok fazla vurmaya başladı.

15 Temmuz’dan sonra, bütün demokratik muhalefete OHAL ağır bir darbe vurdu ama ilginç şekilde insanlar geri çekilmişken kamusal alanda ‘Hayır’ demeye başladılar. Biraz böyledir de bu. Tarihsel bir eşikte bulunduğumuz, “Yenildik yenildik ama daha da beteri geliyor, bu artık son çıkış, tarihin görüp göreceğimiz son yol ayrımındayız” dediğimiz anda insanlar ‘Hayır’ diyorlar.

Sokağa çıkmıyor ama sözünü de esirgemiyor ve bu çok önemli. Son KHK’yla çok tanıdığımız, vakti zamanında 2007’de AKP’nin anayasa komisyonunun başında bulunmuş İbrahim Kaboğlu gibi uluslararası alanda da çok otorite birinin ya da Yüksel Taşkın gibi muhafazakar düşünce üzerine çalışmış, muhafazakar alanda da çok iyi bilinen, partizanca eleştiri sahibi değil içeriden anlamaya çalışan bir ismin ya da Cihangir İslam gibi içeriden bir ismin atılması tepki yarattı.

Can güvenliği olmadığı için hocalarımız derslerine giremiyor

Göztepe kampusünde akademisyenlere soda şişeleri atılarak saldırmışlardı.

Ama bu dinamiğin kısmi olduğunu biliyoruz tabi. Göztepe’de bundan iki gün önce “PKK’lı hoca istemiyoruz” diyerek başımıza soda şişeleri yediğimizi biliyoruz. Hocalarımız can güvenliği olmadığı için emniyet güçleri olmasına rağmen odalarını boşaltmak için fakülteye giremediler.

Emniyetten birinin amiriyle telefonda, “Amirim ama biz arkadaşlarla böyle anlaşmamıştık” dediğini bizzat duydum. Orada bize yönelik bir tepkinin oluşması belli bir yere kadar kabul edilmiş ve bunun rektörlük bilgisi dahilinde olduğu çok belli. Çünkü bizim muhatabımız emniyet değil rektörlükten yetkililer olmalıydı ama biz herhangi bir şekilde ulaşamadık.

Emniyet güçlerinin de afalladığı, belki denetimli olarak muhafaza etmek isterken, bu denetimden de çıktığını gördük. Bu yüzden hocalarımız eşyalarını alamadılar ve can güvenliği olmadığı için de birçok arkadaşımız derslerine giremiyor.

Son takatimizi diktatoryal rejime hayır demek için kullanmalıyız

Biz dün, bugün çok daha makul bir şekilde odalarımızı boşaltabildik, geçici bir uğurlama yapabildik arkadaşlarımızla, öğrencilerimizle. Dolayısıyla dışarıdan nasıl olduğunu göremiyoruz ama içeriden muazzam bir tepki oluşmuş durumda.

Bunu sürekli canlı tutmak, toplantılarımızla basın açıklamalarımızla, üniversitelerin önünde ihraç edilen arkadaşlarımıza sahip çıkarak bunu güçlendirmek ve kalan son takatimizi tümüyle bütün toplumun geleceğini karartacak olan yeni bir diktatoryal rejime hayır demek için kullanmak zorundayız.