Küme düşen demokraside akademisyen olmak

Yazar / Referans: 
Mehmet Efe Çaman, Zaman
Tarih: 
26.01.2016

 

Küme düşen demokraside akademisyen olmak

 

Barış İçin Akademisyenler adı altında düşünce ve ifade özgürlüklerine ilişkin haklarını kullanmak isteyen ve bir imza kampanyası başlatan akademisyenler, Türkiye'de artık maalesef sadece kâğıt üzerinde var olan, fiilen bütünüyle ortadan kalkmış bulunan demokratik haklarına başvurarak bir inisiyatif başlattılar.

İçinde şiddet çağrısı veya şiddete övgü bulunmayan, hükümeti irrasyonel şahin politikalardan vazgeçerek, sivil, görüşme ve müzakerelere dayanan bir çözüm süreci doğrultusunda inisiyatif almaya davet ettiler. Sonuçta ise cumhuriyet tarihinde darbe ve askeri yönetimler de dahil olmak üzere hiçbir dönemde karşılaşılmadığı kadar sert, yanlı, objektiflikten uzak, gayrı-mülayim, anlayış yoksunu, otoriteryan ve ceberut bir tepkiyle karşılaştılar. Başta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm yürütme erki, artık bizzat bütünleştiği ve tamamıyla kontrol altına aldığı yargı erkini de kullanarak ve yine bütünüyle kontrol ettikleri Yükseköğretim Kurulu üzerinden tüm üniversitelere gereken mesajlar verilmiş, imzacılar hakkında “işlem!” (soruşturmalar, oda aramalar, kapıları işaretlemeler, sözlü tacizler, isimlerinin altını-üstünü çizmeler, mobbing vs.) başlatılmış oldu. İşledikleri büyük suça(!) karşı savunma vermeleri istendi. Kimilerinin kurumlarıyla ilişikleri bile kesildi.

Düşünmenin suç olduğu Yeni Türkiye

Yukarıdan gelen, tartışmaya meal vermeyecek kadar açık pozisyon, ülkenin bu “ahval ve şeraiti” içinde savcılıkların bir düşünceyi kriminalize etmekten imtina ederek, hukuku koruyacakları bir sistemin çoktan yok edildiğini hatırlattı bizlere. “Yeni”, hatta yepyeni Türkiye'nin neden bu denli buram buram eski Türkiye koktuğunu kimse sormadı. Tıpkı 1990'ların askeri yöntemlerine teslim olan siyasi iradelerinin aynısının tıpkısı haline dönüşen, bir zamanların demokratik dönüştürücü gücü olduğuna inanılan AKP'nin artık tek adam gölgesinde tüm çoğulculuğunu ve demokratlığını kaybettiği gibi, kaybetmeye başladık yıllarımızı ve demokratikleşen ülkemizi. Yolsuzluklara bulaşmış, Suriye'de kirli ilişkilere girmiş, güçler ayrılığı fiilen sona ermiş, mahkemelere ve yargı süreçlerine yürütmenin müdahalesi meşru hale gelmiş bir devlet, demokratik bir devlet olamaz. Küme düşen bir Demokrasi haline dönüşmektir bu. Ve küme düşen, otoriterleşen devletlerde akademisyen olmak zordur. Ancak böyle rejimlerde akademisyenler düşünceleri sebebiyle hainlikle suçlanır, peşlerine savcılar salınır, üniversiteler soruşturma açar ve baskı altına almaya çalışır bilim insanlarını.

Akademik özgürlük ve ifade hürriyeti

Oysa Kürt meselesi denilen tehlikeli sularda, sivil çözümden yana olarak risk alan ve haklı olarak da barışçıl ve demokratik bir medeni çözüm sürecinin taşıyıcısı olma iddiasındaki bir siyasi hareketin, dahası daha bundan çok değil aylar öncesinde masa başında PKK ve Öcalan da dahil tüm yasa dışı ve yasal taraflarla görüşen, müzakereler kapan, anlaşan, bunu deklarasyonlarla resmi törenlerle ilan eden, doğu illerinde Öcalan'ın mesajlarının okunmasına tolerans gösteren, muhatap kabul ettiği PKK yönetimi ile resmi görevlileri aracılığıyla iletişimde olan AKP hükümetiydi. Çözüm sürecini başlatan, bizzat siyasi karar almanın başında bulunan Erdoğan'dan başkası değildi. Bugün imzacı akademisyenleri hain ilan eden, üzerlerine hortlatılan bir ceberut devleti salan Erdoğan. Dünkü pozisyonu ile bugünkü tutumu arasında sadece siyasi oportünizmin, yani fırsatçı, manipüle edilmiş bir gerçeklikten medet uman bir yönetimin, hiç utanmadan ve sıkılmadan ifade ve düşünce özgürlüğü gibi temel özgürlükleri hiçe sayan, kendi iktidarlarına kurban eden bir siyasi hareket. İlerici olmamakla itham ettikleri, dinozor olarak niteledikleri o eski Türkiye'nin aktörlerinin ve kurumlarının çok daha gerisine düşmeyi bile içine sindirebilen bir yapı.

Katılırsınız ya da katılmazsınız düşüncelerine, ama Barış İçin Akademisyenler tarafından düzenlenen imza kampanyası, Bu Suça Ortak Olmayacağız başlığı ile, Suriye'deki iç savaştan görüntüsel olarak bir farkı kalmayan kasaba, mahalle ve şehirlerin, orada yaşamlarını sürdürmek durumunda olan vatandaşların, okullarına gidemeyen, bomba sesleri altında çocukluklarının tüm masumiyetini, yaşama sevincini kaybeden çocukların, “kaza kurşunlarına” rastlayıp sönen hayatların sesini duyurmak istedi. Bunu yaparken, evet terör örgütüne belki eleştiri getirebilirdi, ama “meşru devlet”i yöneten hükümeti muhatap kabul etti. Kimse kimseyi kandırmasın, bu kirli savaşın meşru tarafı, yani hukukun üzerinde bağlayıcılığı olan, normları, uluslararası antlaşma ve insan haklarını asgari düzeyde uygulamakla mükellef olan, “düzen ve hukukun üstünlüğünün” koruyucusu olması gereken temel sorumlusu hükümettir, devlettir. Bunu vurgulamak, bunun altını çizerek, durun, demek, aklıselimin çağrısını yapmak, ifade hürriyetidir. Asla ve kat'a terör propagandası değildir, hiçbir suç unsuru barındırmamaktadır. Akademisyenlerin yaptıkları tek hata, demokratik bir ülkede yaşadıklarını sanarak, demokratik haklarından yararlanmak istemeleri olmuştur. Ortaya çıkan acı gerçek ise bu imza kampanyasının, yönetimin bir kez daha demokrasiyi sadece kendi hakları sandığını somut olarak ortaya koyması, bu yönetimin akademik özgürlükten anladıklarının ise kendi düşüncelerinin akademisyenlerce tekrarlandığını görmek istemeleri olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda savaşa ve çatışmaya değil, barışa çağrıda bulunan bir akademisyen olmayı tercih ederek, en azından ileride çocuklarımın ve öğrencilerimin gözlerinin içine bakabilmeyi umut etmekten başka bir çare olmadığı kanısındayım. Çünkü bu yönetimin Türkiye'ye ve yeni nesillere verdiği zarar artık kritik eşiği çoktan aştı. Tekrar hukuk devletinin tesis edilebilmesi giderek imkânsızlaşırken, bu durumda söylemek zorunda olduğumu hissettiğim tek bir şey kalıyor geriye: Bu suça ortak olmayacağım.

*Prof. Dr., Türk Alman Üniversitesi Memorial University of Newfoundland