Süreyya Topaloğlu'nun Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
07.03.2019

"İmzacılar olarak bizi bir araya getiren ne bir talimat ne bir örgüt ne de bir kurum ya da kuruluştu. Bu metnin altında imzalarımızla buluşmamızı sağlayan ortak nokta barış çağrısında bulunan akademisyenler olmamızdı."

Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nden Arş. Gör. Süreyya Topaloğlu'nun Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 25. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz. 

Sayın Mahkeme Heyeti,

Bugün burada ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ başlıklı bildiriyi imzalayan ve şiddetsiz bir dünya düşünü paylaşan 2212 akademisyenden biri olarak bulunuyorum. İlk celsede beraat talebimin kabul edilmemesinin ardından bu kez de savunma yapmak ve tekrar beraat isteğimi dile getirmek için buradayım.

2015 sonbaharında bildiriyle karşılaştığımda çatışmalar sırasında her gün gelen haberlerle çaresizlikten başka bir duygu hissedemez haldeydim. Sokağa çıkma yasakları, hak ihlalleri ve can kayıpları her geçen gün artıyordu. Metni sosyal medya üzerinde gördüm, imzaladığımda ne kendi okulumda ne de İstanbul’da başka bir üniversitede imza atan herhangi birinin olup olmadığını bilmiyordum.

Bildirinin talebi daha çok kayıp olmadan tarafsız gözlerle durumun değerlendirilmesiydi ve bu talebini yetkililere yöneltiyordu. Kâğıt üzerinde bile değildi bu imza, süregelen çatışmaların bitmesi için bir dilek, barış ortamının tesis edilmesi için bir umuttu, somut bir karşılığı neredeyse yoktu, oturduğunuz yerden kalkmadan yapılabilecek en pasif eylem yöntemiydi.

Tek isteğim bu imzaların bir şekilde geniş yankı uyandırması ve içinde bulunduğumuz şiddet ortamından çıkmaktı.

İmzacılar olarak bizi bir araya getiren ne bir talimat ne bir örgüt ne de bir kurum ya da kuruluştu. Bu metnin altında imzalarımızla buluşmamızı sağlayan ortak nokta barış çağrısında bulunan akademisyenler olmamızdı.

Farklı üniversitelerden, farklı fakültelerden, farklı bölümlerden hocalardık; çoğumuz birbirini tanımayan insanlardık, mahkeme salonlarında bir araya gelip tanıştık.

Barış için sadece akademisyenler bir araya gelmedi; metnin yayılmasından sonra tiyatrocular, edebiyatçılar, sinemacılar, hukukçular, mühendisler, sağlıkçılar, engelliler, eczacılar, emekliler, sendikacılar, tribünler, öğrenciler ve daha pek çok gruptan binlerce insan barış talebini daha çok kişiye ulaştırmak için seslerini duyurdu.

Bunca insanın ortak dileğinin su yüzüne çıkmasını sağlayan ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ başlıklı bildiriyi imzaladığım için suçlu olduğumu söyleyen iddianamenin hayali çıkarımı sonucu şahsıma yöneltilmiş ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlamasını kati surette reddediyorum. Keza benden ek savunma istenmesine neden olan ‘terör örgütüne yardım etmek suçlaması’ yönünden de söyleyeceklerim farklı değil.

İmzalamış olduğum metnin içinde bu iki suça kanıt olacak somut herhangi bir delil asla bulunmamaktadır. Bir örgüt üyesinin açıklaması ve imzaladığımız metnin dolaşıma girmesinin bu açıklamayla yakın zamanlarda oluşu hiçbir şekilde suçun kanıtı olamaz.

Öte yandan, şimdiye kadar kimsenin talimatıyla hareket etmedim, etmem; yüzlerce hocanın da böyle bir talimatla bir araya gelmiş olduğu varsayımını kabul edemem. Şahsi kanaatle kurulmaya çalışılan bir bağlantı üzerinden tüme varılıyor, bunun için de birbirine hiçbir kenarı oturmayan yapboz parçaları bir araya getirilmeye çalışılıyor.

İddianame dayanaksızdır ve içerdiği ithamlara dair herhangi bir gerekçe ve delil üretememektedir.

Olayların yaşandığı süreci tekrar değerlendirmek gerekirse; savaş daha çok savaşı, nefret daha çok nefreti, ölüm daha çok ölümü doğurdu. Ben bunlar bitsin istedim.

Doksanlarda çocukluğum boyunca süren çatışmaları ve can kayıplarını hatırlıyorum, bunların tekrar yaşanmamasını istemek nasıl suç teşkil edebilir? Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın savunmama ek olarak sunduğum araştırmasına göre 16 Ağustos 2015 ve 16 Ağustos 2016 tarihleri arasında 9 il ve 35 ilçede uygulanan 111 sokağa çıkma yasağından 1 milyon 671 bin kişi etkilendi, 321 sivil hayatını kaybetti.

Bu kişilerden; 79’u çocuk, 71’i kadın ve 30’u 60 yaşın üzerinde.  Savunmamı hazırlarken yapmak durumunda kaldığım bu araştırmalar metni imzaladığım dönemde sahip olduğum hisleri tekrar canlandırdı.

Burada kayıpları sayısal verilerle ifade ediyor olsam da çatışmaların vahim sonuçlarını belgelere döken araştırmaları incelerken kişilerin isimlerini, yaşlarını ve hayatını kaybediş biçimlerini okumak üzerimde tarifi olmayan bir ağırlık oluşturdu.

Yine savunmanın eklerinde bulacağınız Avrupa Konseyi’ne bağlı Venedik Komisyonu tarafından oluşturulmuş 13 Haziran 2016 tarihli “Sokağa Çıkma Yasaklarının Yasal Çerçevesi Hakkında Görüş Raporu” incelendiğinde sonuçlar kısmında iki madde göze çarpmaktadır:

- “Terör tehlikesiyle savaşmak ve vatandaşlarını terör saldırılarına karşı korumak devletin görevi olmasına karşın, hukukun üstünlüğü ilkesini gözeterek, demokratik bir toplumda güvenlik ihtiyacı ile hak ve özgürlüklerin kullanılması arasında doğru bir dengenin kurulması aynı derecede önemlidir.

- Venedik Komisyonu’nun görüşüne göre, sokağa çıkma yasağı kararlarının dayandırıldığı İl İdaresi Kanunu ve kararların kendileri Anayasa’da yer alan ve Türkiye’nin temel haklar alanındaki uluslararası yükümlülüklerinden, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden ve ilgili içtihatlardan doğan yasallık şartlarını karşılamamaktadır.”

Yukarda bahsi geçen raporlardan alıntılara savunmamda yer vererek, imzaladığımız metnin o dönem için ne kadar elzem olduğunu vurgulamak istedim. Zira toplumsal travmalar onulmaz yaralara sebep olur; etkileri hafızalardan, bedenlerden ve kentlerden silinmez.

Kültürel mirasın korunması üzerine uzmanlaşmış bir mimar ve akademisyen olarak çatışmaların yaşandığı kentlerin değişim ve dönüşümünden özellikle Diyarbakır örneği üzerinden bahsetmek isterim. Ancak ne yazık ki insanlarda, doğada ve kentlerde oluşan tahribatın hepsinden bahsetmeye bir savunma metni yeterli olmayacaktır.

Suriçi binlerce yıldır sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış kadim bir kenttir. Çatışmalar sırasında anıtsal dini yapılar da dahil olmak üzere bölgedeki tarihi doku büyük kayıplara uğramıştır.

TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu’nun 2 Aralık 2017 tarihli Sur Raporu incelendiğinde bölgeye ait kayıplar veriler üzerinden görülmektedir. Raporda yer alan hava fotoğraflarından 10 Mayıs 2016 tarihli fotoğraf çatışma sonrası Suriçi’nin toplam 148 hektar alanından ve çatışmaların yaşandığı yasaklı altı mahallenin 75.3 hektar alanından 10.7 hektarının yıkılmış olduğunu gözler önüne sermektedir.

11 Temmuz 2017 tarihine gelindiğinde ise kentsel dönüşüm için acil kamulaştırma kararları sonrasında toplamda 46.3 hektar alanın yıkılmış olduğu yine hava fotoğraflarından takip edilebilmektedir. Bu toplam tarihi kent merkezinin yaklaşık üçte birine, yasaklı mahallelerin ise yarısından fazlasına tekabül etmektedir.

Yıkımlar sonrasında evlerini kaybeden mahalle sakinleri çevre yerleşimlere taşınmak durumunda kalmıştır. Dönüşüm sırasında inşa edilen yapılara biçilen değerler de eski sahiplerinin yeni bir ev edinmesine imkân vermeyecek kadar yüksektir.

Kısaca aktarmaya çalıştığım bu süreç sonucunda sosyal dokudan ayrı değerlendirilemeyecek bir yapılı çevre hem insanlarını hem de fiziksel dokusunu kaybetmiş, bilinen tanınan Sur olmaktan çıkmıştır.

Yüzyıllardır sayısız hikâye biriktirmiş bu şehir şimdi hafıza kaybına uğramıştır. Dünya miras listesinde yer alan bölgenin tarihi ve kültürel dokusuna uygun olmayan hızlı değişimi onu bambaşka bir yer haline getirmiştir.

Örneğini vermiş olduğum bu durum çatışmaların sebep olduğu kayıpların sadece çalışma alanım dahilinde takip edebildiğim bir kısmına işaret ediyor. Ancak başka kayıplar verilmeye hala devam ediliyor.

Metnin imzalanmasından bugüne kadar geçen süreçte türlü tehditlere maruz kalan, ülkeyi terk eden, işini kaybeden, bunların da ötesinde hayatına son vermeyi seçip canını kaybeden akademisyenler olmuştur.

Maalesef yıkıcı süreçlerin sonu gelmemektedir. Buna ek olarak buralarda harcadığımız süre zarfında yapabileceğimiz potansiyel işler bir kenarda bizi ve sizi beklemekte, bir başka deyişle kamu kaynakları boşa harcanmaktadır.

İmzalanan metnin açıklaması nereden bakılırsa bakılsın ifade özgürlüğü kapsamındadır, içinde suç teşkil eden tek bir unsur bile yoktur. Bildiri şiddet çağrısı yapan veya şiddet çağrışımı yaratan herhangi bir sözcük veya kavram içermemektedir.

Vatandaşın eleştirme hakkı vardır, yetkililer de eleştirilere kulak vermek zorundadır. Bildirinin isteği hak ihlalleri yoksa bunun ortaya çıkarılması, varsa sorumlularının cezalandırılmasıdır; şüphesiz ki bunu hepimiz isteriz.

Bu konuda herhangi bir fiil işlemeseydim insanlığa karşı üzerime düşen bir sorumluluğu yerine getirmemiş olurdum. Şiddetin her türlüsüne karşıyım, şiddeti kanıksayamam, olumlayamam, destekçisi olamam.

Çağlayan’ın farklı ağır ceza mahkemesi salonlarında bütün hocalarım iddianamenin asılsızlığını ve suçsuzluklarını türlü kanıtlarla, birbirinden güçlü savunmalarla defalarca dile getirdi.

Farklı uygulamalar ve belirsizlikler içinde devam eden bu süreçlerde adil yargılanma hakkımızı hatırlatarak söylediklerime kulak vermenizi diliyorum. 

Bu metin ile yapılan sadece ama sadece bir barış çağrısıdır. Var olmayan bir suça karşı aylardır kendimizi her savunduğumuzda hukukun sınırları daha da gevşemekte, aklın sınırları ise zorlanmaya devam etmektedir.

Saymış olduğum tüm bu sebeplerden ötürü suçlamaları tekrar reddediyor ve ivedilikle beraatımı talep ediyorum.

(ST/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/206187-sureyya-topaloglu-nun-b...