Başkası Yerine Utanmak

Yazar / Referans: 
Tezcan Durna, Gazete Duvar
Tarih: 
20.09.2019

Sevgili hâlâ çalışmaya devam eden arkadaşlarımız, meslektaşlarımız, bizler atılırken seyrettiniz, bari bizler geri dönerken ses çıkarın da bu korkudan ve tabii ki utançtan kurtarın bizi. Çünkü kendi adına utanmak kolay da, bir başkası adına utanmak zor. Çünkü iktidarın yarattığı akademi çöplüğünün doğrudan değilse bile dolaylı müsebbibi sensin.

Doksanlı yılların sonları, daha fakülteyi yeni bitirmiş, yüksek lisanstan yeni ders almaya başlamış genç bir akademisyen adayıyken, araştırma ve okuma hevesimi gören bazı hocalarım “Neden akademisyen olmak istiyorsun, gazeteci olsan daha çok para kazanırsın, akademisyenlikten istediğin parayı kazanamazsın” diye takılıyorlardı. Ben bu soruya o hayata yeni atılmak üzere olan, kanı deli akan bir genç olarak şöyle yanıt veriyordum: “Benim için paranın, maaşın önemi yok, ben akademisyenliği bir yaşam biçimi olarak görüyorum. Bu işi yapmazsam, gerçek anlamda ben olamam diye düşünüyorum. Bu nedenle ne kadar para kazanacağım önemli değil”. Hocalarıma bu yanıtı verirken, kendime bu yolda çekeceğim eziyetleri meşrulaştırmak için, çevremi de bu eziyetlere değeceğine ikna etmek için akademisyen olmayı neden seçtiğime dair şunları söylüyordum: “Akademi/üniversite hâlâ en az kirlenmiş kurumlardan birisi. Orada fazlaca kirlenmeden ve mümkün olduğu kadar kendim kalarak okuma, yazma ve araştırma hevesimi tatmin ederek çalışabilirim.”

Gerçekten de o zamanlar üniversite hâlâ en az kirlenmiş kurumlardan birisi miydi ya da Türkiye’de üniversiteler her zaman en az kirlenmiş kurumlar mıydı? Bu soruların yanıtına kolayca “evet” demek maalesef mümkün değil. Tek parti iktidarının sonlarındaki Dil Tarih Coğrafya Fakültesi tasfiyesinden 1980 askeri cuntasının hayatlarını kararttığı 1402’lik hocalara, İsmail Beşikci’den Fikret Başkaya’ya resmi ideolojiden farklı paradigmaları tartışmaya açan hocaların yaşadıkları düşünülünce, aslında üniversite hiç de sanıldığı kadar temiz bir kurum olmamıştır Türkiye tarihinde. Bu saptamaya karşı çıkacak olanlar şöyle bir itirazda bulunabilirler: İyi ama üniversitelerdeki ortaya çıkan bu baskı ve zulümlerde üniversitenin değil, baskıcı yönetimlerin payı vardır. Evet, birinci derecede pay elbette baskıcı yönetimlerin, ancak ikinci, üçüncü ve sıra numarası belki de sonsuza kadar devam edebilecek sayıda sorumlu üniversitenin çalışan ve bu mağduriyetleri seyreden diğer akademisyenlerinindir. Bu ülkenin düşünen aydın ve akademisyenleri, akademik özgürlük hakkını kullanarak hakikatleri dile getirdiği zaman, ya da baskıcı iktidarların düşünülmesini istemedikleri şeyleri düşünüp ifade ettikleri zaman, muhtelif gerekçelerle üniversitelerden atılırken, ülke dışına sürgünlere gönderilirken meslektaşları gıklarını çıkarmayıp hiç değilse mesleki dayanışma gereği için bile olsa onlara destek vermediği için baskıcı iktidarlar yıllarca üniversitelerin üzerinde tepindiler. Günümüzde bu artık tepinme değil, yerin dibine geçirme haline gelmiş durumda.

Biz barış imzacıları, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attığımız 2016 yılından bu yana neredeyse dört yıl geçti. Bu süre içerisinde ülkede bir başarısız darbe girişimi yaşandı. Bu darbe girişimini fırsat bilen AKP hükümeti, üniversitelerde büyük bir tasfiye başlattı. Darbe gerçekleştiği zaman, biz barış imzacıları hakkında sonuçlandırılmayan bir disiplin soruşturması devam ediyordu. Soruşturmanın sonucunu, başarısız darbe girişimini, kendi sivil darbesine vesile yapan bir hükümetin yönettiği bir ülkede beyhude bekledik. Soruşturma sonuçlanmadan çalıştığımız Ankara Üniversitesi’nin cevval rektörü bu soruşturmayı gerekçe göstererek olağanüstü hal altında çıkarılmaya başlanan kanun hükmünde kararnamelerin ekli listelerine eklenmesi için Yüksek Öğretim Kurumu’na gönderdi. Darbe girişiminin müsebbibi olan eskiden “Hoca Efendi” diye anılan ama darbe girişiminin ardından birdenbire “FETÖ Terör Örgütü elebaşı” ilan edilen kişiye gönül verenlerle “mücadele edilirken” aradan bizim gibi “barış isteyenler” de çıkarılabilirdi. Eylül 2016’da ilk ihraçlar başladıktan sonra uzun süre salhanede kesimi bekleyen kurbanlık koyunlar gibi beklerken birbirimize sarılmaya, belki bizleri atmazlar diye düşünmeye başladık. Atılan arkadaşlarımıza elimizden geldiği kadar canhıraş maddi manevi destekler vermeye çalıştık.

İhraçlar devam ederken, çalıştığımız fakültelerde imzacı olan ve imzacı olmayan diye iki kategori ortaya çıktı ve bu iki kategori arasında ciddi gerilimler yaşandı. Ben hem imzacıydım, hem de imza atmayanlara “neden imza atmadın?” denilmesinden hoşlanmıyordum. Bu nedenle uzun süre hem imzacılarla hem de imza atmayanlarla yan yana durdum. Bu ayrışmanın yersiz olduğunu uzun süre her iki tarafa da anlatmaya çalıştım. Bu beyhude bir çabaymış, sonradan acı bir şekilde öğrendim. Muktedirin balyozu ensemizde o kadar güçlü şekilde patladı ki, bir süre sonra ayrışma mukadder oldu. Saflar netleşti, imzacılar imzacılarla yan yana durdu, imzacı olmayan bazı meslektaşlarımız istisna olmak kaydıyla imzacı olmayanlar kendi patikalarına rücu etti. Bir süre sonra bu patikalar onlarda bağımlılık yarattı, uzun yıllardır aynı sıraları paylaştığımız, aynı toplantılara katıldığımız, ortak dersler verdiğimiz, hatta tez danışmanlıklarımızı yapmış, akademiye ilk adım atarken heyecanla anlattıklarını dinlediğimiz hocalarımız ve meslektaşlarımız kendi patikalarını meşrulaştırmak için bir sürü gerekçeler uydurdular. Bu gerekçeleri kulaklarımız öyle ya da böyle duydu. Kimisi “zaten bu atılanlarla benim husumetim vardı, niye ona destek vereyim ki?” dedi içten içe, kimisi “imza atınca muhalif mi olunuyormuş, o zaman ben de imza atarım ben de muhalif olurum, ne var bunda?” dedi sınıftaki öğrencilerin önünde tahtaya imza atarak, kimisi de safça ya da kurnazca demek daha mı doğrudur acaba, “çalıştığımız kurumu ve onun geleneğini ne pahasına olursa olsun korumamız gerekiyor, geride kalanlara sahip çıkmamız lazım” dedi. Ayrışmaya, ayrı durmaya, ya da kurt kuzuyu kaparken görmezden gelmeye görsün insan, kendisini haklılaştıracak binlerce gerekçe bulabilir. Çünkü insan en kolay kendisini kandırabilir. Aslında başkaları insanı kandıramaz, insan kanmaya hazır olduğu için kandırılır ve dediğim gibi insan en kolay kendisine kanar.

Bunları niye anlatıyorum? Yaşanan bu kıyımlar, AKP iktidarlarının üniversiteler üzerindeki hem kurumsal düzeyde, hem tasfiyeler marifetiyle yarattığı psikolojik ortam, hem de akademik ahlaka dair yarattığı erozyon karşımıza bir akademik çöplüğü çıkardı. Kuşkusuz üniversite ilk başta da andığım nedenlerle Türkiye’de hiçbir zaman özgürlükler açısından mükemmel olmadı. Ancak yine de her şeye rağmen dört beş yıl öncesine kadar üniversitelerde akademik tartışmaya, bilimsel araştırmaya dair nispeten iyi denebilecek, özgür sayılabilecek şeyler mevcuttu. Hiç ummadığınız bir taşra üniversitesinde bile, hiç ummadığınız tartışmalara şahit olabiliyordunuz. Yine hiç ummadığınız bir taşra üniversitesinde hiç ummadığınız başarılı ve ufku geniş bir akademisyenle karşılaşma ihtimaliniz vardı. Mesela ben dersimde militarist ideolojinin neden insani olmadığını, “şehit” sözcüğünü haberde kullanmanın neden savaşı destekleyen bir söylem olarak sayılması gerektiğini, nefret söylemine dair gazetelerde yer alan örneklerin, bu örnekleri kimin kullandığına bakılmaksızın neden eleştirmemiz gerektiğini anlatabiliyordum ve bunları anlattığım için hakkımda soruşturma açılabileceğini düşünmüyordum. Bu örnekleri ihraç edilmeden iki ay önce de anlatmaya devam ediyordum.

Verdiğim derslerden birisini o dönem dersime yardımcı olan bir asistan arkadaşımla yürütüyorduk. Ben dersin birinci saatinde milliyetçilik, militarizm, nefret söylemi, yabancı düşmanlığı, cinsiyetçilik gibi bazı netameli kavramların çerçevesini çiziyordum; asistan arkadaşım da benim anlattığım kavramların sağlamasını o günün gazetelerinde yer alan haber örneklerinden yapıyordu. Bir gün dersten sonra asistan arkadaşım dehşetle yanıma geldi ve şöyle dedi: “Hocam bir öğrenci geldi, -hocam siz BİMER’den (o zaman CİMER değildi daha) korkmuyor musunuz?- dedi bana”. Belli ki derste anlatılan bir konu nedeniyle şikâyet edilebileceğimizi ima ediyordu asistan arkadaşıma gelen öğrenci. Bu belki de benim bu tür jurnalciliğe dair yaşadığım ilk ve son doğrudan ya da dolaylı deneyimim oldu. Sonrasında malum ihraç edildim. Ancak buna benzer örnekler duymaya devam ettim, ediyorum. Hâlâ üniversitelerde çalışmaya devam eden arkadaşlarımdan haklarında hiç olmadık gerekçelerle soruşturmalar açıldığı haberlerini alıyorum. Uzaktan tanıdığım ve hâlâ çalışmaya devam eden kaç arkadaşım çalıştığı üniversiteden bir başka üniversiteye geçmek isterken bile hakkında yapılan güvenlik soruşturmasını geçemiyor. Gerekçeler muhtelif ve malum: Ya Gezici, ya komünist, ya da en hafif tabirle solcu, ya da hiç değilse hükümet yanlısı değil. Asistanlık sınavını kazandığı halde, güvenlik soruşturmasından geçemediği için asistanlık kadrosuna atanmayan o kadar çok genç akademisyen adayıyla karşılaşıyorum ki, aklınız almaz. Bütün bunların bir tek müsebbibi olduğunu düşünmek mümkün müdür? AKP iktidarı, ya da herhangi bir x iktidarı bu kadar fütursuz elini kolunu sallayarak üniversitelerin itibarlarını yerlere gömerken, hâlâ üniversitelerde çalışmaya devam eden kaç akademisyen buna itiraz edebildi? Buna ben itiraz ettim diyenlerin önünde elbette şapka çıkarmak boynumuzun borcu.

Şimdi barış imzacılarıyla ilgili 26 Temmuz’da verilen “hak ihlali vardır” kararından sonra, eylülün ilk haftasından beri yerel mahkemelerde davaları görülmeye devam eden pek çok arkadaşımız beraat almaya başladı. Bu beraatlar elbette benim gibi ihraç edilmiş akademisyenlerde görevlerimize geri döneceğimize dair umut yarattı. Ancak bu umutla beraber, görevlerimizden ayrı kaldığımız şu üç yıl boyunca hızlandırılmış bir metamorfoza uğramış üniversitelere dönecek olmanın verdiği bir korku da sardı her birimizi. Sevgili hâlâ çalışmaya devam eden arkadaşlarımız, meslektaşlarımız, bizler atılırken seyrettiniz, bari bizler geri dönerken ses çıkarın da bu korkudan ve tabii ki utançtan kurtarın bizi. Çünkü kendi adına utanmak kolay da, bir başkası adına utanmak zor. Çünkü iktidarın yarattığı akademi çöplüğünün doğrudan değilse bile dolaylı müsebbibi sensin. Nazım’ın şiirinde dediği gibi:

“Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

*um:ag Yayın Yönetmeni, serbest akademisyen

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/09/20/baskasi-yerine-utanmak/