Bülent Şık: Sağlık Bakanlığı Kanser Yerine Benimle Uğraşıyor

Yazar / Referans: 
İrfan Aktan, Gazete Duvar
Tarih: 
21.09.2019

Sağlık Bakanlığı’nın bir şekilde sümenaltı ettiği çarpıcı halk sağlığı araştırmasının sonuçlarını paylaştığı için 5 ila 12 yıl hapis cezasıyla yargılanan gıda mühendisi Bülent Şık, Perşembe günü Çağlayan Adliyesi’nde üçüncü kez hakim karşısına çıkacak. Şık, kendisinin de içinde yer aldığı araştırma sonuçlarının çok azını yayınladığını, Bakanlığın elinde çok daha vahim ve çarpıcı bulguların olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Halk sağlığını ilgilendiren araştırma sonuçlarını açıklamak değil, gizlemek suçtur.” 

Sağlık Bakanlığı 2011 yılında Türkiye’nin pek alışık olmadığı kapsamda bir halk sağlığı araştırması başlattı. Araştırma sahası olarak kanser hastalığının ortalamanın üstünde olduğu Kocaeli, Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli bölgesi belirlenirken, Antalya ili de kıyaslama bölgesi olarak seçildi. Araştırma 16 farklı alt projeden oluşuyordu. Gıda ve su alt projesi kapsamında binlerce örnek alınıp Bülent Şık’ın yöneticilerinden olduğu Akdeniz Üniversitesi Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi’nde analiz edildi. 2015’in sonuna gelindiğinde, 16 ayrı alanda yapılan kapsamlı çalışmalardan elde edilen sonuçlar masaya yatırıldı. Ortada korkunç bir halk sağlığı riski vardı.

Araştırmanın içinde yer alan Bülent Şık, Sağlık Bakanlığı yetkililerine bu sonuçlar karşısında ne yapacaklarını sorduğunda “bakan gereğini yapacak” yanıtı aldı. Ancak çok kısa süre sonra, barış istediği ve Barış Bildirisi’ne imza attığı için söz konusu araştırma dâhil tüm projelerden uzaklaştırıldı. 2016 yılında da 677 Sayılı KHK’yla üniversiteden atılan Şık, üniversitedeki odasını boşalttı ve yıllarını verdiği araştırmanın kısmi sonuçlarıyla birlikte evine döndü.

Fakat aradan yıllar geçmesine rağmen hayati önem taşıyan araştırmanın sonuçları Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanmayınca, elindeki verileri kendi çabalarıyla bir yıl boyunca inceledi. Vardığı sonuçlar korkunçtu! Bilim insanı sorumluluğuyla halkın nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğuna ilişkin bilimsel verileri Nisan 2017 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlayınca hakkında derhal soruşturma başlatıldı. “Gizli bilgileri açıklama” suçundan 5 ila 12 yıl hapsi istenen ve 26 Eylül Perşembe günü, saat 14’te İstanbul Çağlayan Adliyesi 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde üçüncü kez hakim karşısına çıkacak olan Bülent Şık’tan nasıl bir tehditle karşı karşıya, daha doğrusu iç içe olduğumuzu dinliyoruz…

Sağlık Bakanlığı’nın 2011-2015 yılları arasında yürüttüğü ve ana başlığı “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi” olan araştırma projesinin amacı neydi? Araştırma sahası olarak neden Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli seçildi?

Antalya hariç diğer iller, kanser görülme sıklığı Türkiye’nin epey üzerinde olan bölgeler. Projenin amacı, çevresel ortamlarda kanserojen madde olup olmadığını, varsa ne düzeyde olduğunu ve bu maddelerin bölgedeki insanlara ne kadar geçtiğini tespit etmekti. Yani kanser görülme sıklığı ile çevre kirliliği arasında bir bağlantı olup olmadığını araştırmaktı. Kocaeli, Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli, endüstrinin çok yoğun olduğu ve yıllardır kimyasal kirlilik sorunları yaşayan iller. Turizm ve tarım kenti olan ve ağır sanayinin bulunmadığı Antalya, bu illerle kıyaslanmak üzere seçildi.

Peki araştırmanın seyri nasıl oldu?

2014 sonu itibariyle analiz işleri bitti ve sonraki yıldan itibaren de sonuç, değerlendirme raporları yazılmaya başlandı. Ben gıda ve sularla ilgili çalışma grubunun içindeydim. Dolayısıyla her iki alandaki raporların yazım aşamasında da elimden geldiğince katkı sundum. 2015 yılı Aralık ayında Antalya’da bir toplantı yapıldı ve orada bütün çalışma grupları hazır bulundu. Gıda ve su haricinde, proje kapsamında, her biri ayrı gruplar tarafından akademik olarak yürütülen 14 ayrı çalışma daha vardı. Bunların hepsinin sonuçları o toplantıda sunuldu ve sonuç raporunun yazımına geçildi. Dolayısıyla çalışmanın 2015 yılı sonu itibariyle nihayete erdiğini söyleyebiliriz.

Gıda ve su dışındaki 14 başlık da yine halk sağlığını etkileyen sorunlarla mı ilgiliydi?

Tabii, birbiriyle bağlı olarak ilerleyen toplam 16 farklı araştırma başlığı vardı. Mesela Kocaeli, Antalya ve Ergene havzasını, yani Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’ı kapsayan “kanser ön tanılarının incelenmesi” diye başlı başına bir araştırma vardı. Oradaki sağlık kurumlarında kanser tanısı almış kişilerin bilgisine erişildi ve nüfusun içerisindeki dağılımına bakıldı. Yine ayrı bir çalışma olarak Kocaeli ve Antalya’da hane halkı sağlık araştırması yapıldı. Keza bu illerdeki erişkinlerde ağır metal ve eser elementlere maruziyetin değerlendirildiği başka bir araştırma yapıldı. Muhtemelen insanlardan alınan biyokimyasal örneklerde kurşun gibi birtakım ağır metallerin ne düzeyde olduğu araştırıldı. Ayrıca bu illerde toksik madde ve kanser bileşenlerinin havada, toprakta, yeraltı sularında, Ergene havzasının dip çamurlarında ne oranda bulunduğuna ilişin araştırmalar da yapıldı. Marmara bölgesindeki deniz suyundan, değişik noktalarda örnekler alındı. Keza Marmara Denizi’nde yaşayan balık ve su canlılarındaki toksik maddelere bakıldı. Bu çalışmaların tümü birbiriyle paralel bir biçimde yürütüldü. Yani insanın bedeninin dışında kalan ve zarar verme ihtimali olan her şeye bakıldı.

‘HALK SAĞLIĞIYLA İLGİLİ BULGULARI AÇIKLAMAK DEĞİL, GİZLEMEK SUÇTUR’

Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı’nın 2011 yılı itibariyle çok önemli bir işe imza attığı görülüyor, değil mi?

Gerçekten de çok büyük, övünç duyulacak bir halk sağlığı çalışmasıydı bu. Fakat kritik olan soru, edinilen bu bilgilerle ne yapıldığıdır. Araştırma biteli dört yıl oldu neredeyse ve edinilen bilgi ve bulgulara ilişkin kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadı. Oysa çalışmanın ara sonuçlarını veya sonucunu açıklamak Sağlık Bakanlığı’nın sorumluluğunda.

Peki Sağlık Bakanlığı, elde edilen bulguları kamuoyuyla paylaşmamanız konusunda sizi hiç uyardı mı? Ya da bu konuda bir sözleşme imzalattı mı?

Elbette bu projeyi yürüten Sağlık Bakanlığı ile üniversiteler arasında çalışmanın biçimi, disiplini konusunda farklı hükümler içeren bir protokol imzalandı. Bu protokolün bir maddesinde, her türlü çalışma bulgusuyla ilgili açıklama sorumluluğunun bakanlıkta olduğu, akademisyenlerin bakanlık onayı olmadan açıklama yapamayacağı belirtiliyor. Fakat buna bir gizlilik anlaşması denilemez. Çünkü büyük halk sağlığı çalışmalarının sonuçlarını açıklamak değil, halktan gizlemek Türkiye’nin de imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelere aykırı.

‘GİZLİ DENİLEN BİLGİLERİ BİR YERDEN ALMADIM, ZATEN BİLGİSAYARIMDA MEVCUTTU’

Dolayısıyla araştırmanın kendisi de sonuçları da gizli tutulamaz ama açıklamaları bakanlık yapabilir, değil mi?

Beni yargılayan mahkeme de araştırma sonuçlarının gizli olup olmadığına ilişkin Sağlık Bakanlığı’na soru sorulmasına karar verdi. Fakat bakanlık bu soruya herhangi bir yanıt vermedi. Aralık 2015’te, bakanlık bürokratları ve araştırmaları yapan akademisyenlerin Antalya’da yaptığı toplantıda bizzat bakanlık yetkililerine “araştırmanın sonuçları çok çarpıcı, bunun için ne yapacaksınız” diye sormuştum. “Hocam elbette çözeceğiz bu meseleleri” yanıtı almıştım. Sonuçları açıklayıp açıklamayacaklarını bakanlık bürokratına sorduğumda da, “biz sonuçları bakanın önüne koyarız, o da gereğini yapar” demişti. Zamanın Sağlık Bakanı da Mehmet Müezzinoğlu’ydu. Fakat Aralık 2015’teki toplantıdan iki hafta sonra, Barış Bildirisi’ne imza attığım için üniversitedeki görevimden, içinde yer aldığım araştırmaların tamamından uzaklaştırıldım. 2016 Kasım ayında da KHK’yla üniversiteden atıldım.

Mahkemede size yönelik suçlamalardan biri de, gizli bilgileri ele geçirmek. Siz araştırma sonuçlarına ilişkin bilgileri nasıl elde ettiniz?

Araştırmaya başından itibaren büyük emek vermiştim. 1400’e yakın gıda analizinde, sularla ilgili bütün çalışmalarda ciddi katkılarım oldu. Dolayısıyla çalışmanın bütün bilgileri, yaklaşık 3 bin analiz sonucu benim bilgisayarımdaydı. Yani ben gizli denilen bu bilgileri başka bir yerden almadım, zaten bendeydi.

‘BAKANLIK, AÇIKLADIĞIM BİLGİLERİN KORKU VE PANİK YARATACAĞINI İDDİA ETTİ’

Peki elinizdeki sonuçları neden açıkladınız?

Bu bilgiler kapsamında halk sağlığı için çok çarpıcı, ciddi tehlikelerin olduğunu ve tedbir alınması gerektiğini gösteriyordu. Proje sonuçları açıklanmayınca, bu sonuçlar kapsamında ilgili bakanlıkların herhangi bir şey yapıp yapmadığını, yerel yönetimlere bu konuda herhangi bir yazı yazılıp yazılmadığını el yordamıyla irdelemeye başladım. 2017 yılı içinde bunun için çeşitli girişimlerde bulundum. CHP’li bir milletvekili Sağlık Bakanlığı’ndaki tanıdıklarına bu projeyi sordu ama bir sonuç alamadı. Neticede sonuçların açıklanmayacağını anlayınca, oturup elimdeki veriler üzerinde bir yıl boyunca çalışmaya başladım. 2018 Nisan ayına gelindiğinde çalışmamı bitirdim ve elde ettiğim bir hata yapmamak için sonuçları defalarca gözden geçirdim. Emin olduktan sonra da hakkımda açılan davanın gerekçesi olan yazıları Cumhuriyet gazetesine yolladım. Yazı dizisi 15 Nisan’dan itibaren dört gün boyunca yayınlandı. Hemen ardından da Sağlık Bakanlığı, yazılarımın halkta panik ve korku yaratacağı, ülkenin gıda ihracatına zarar vereceği iddiasıyla hakkımda suç duyurusunda bulundu. Neticede yasaklanan gizli bilgileri temin etme, açıklama, göreve ilişkin sırrı açıklama suçlamalarıyla hakkımda 5 ila 12 yıl hapis cezası talebiyle dava açıldı.

Sağlık Bakanlığı suç duyurusunda, açıkladığınız bilgilerin gerçek dışı olduğunu iddia ediyor mu peki?

Hayır. Açıkladığım bilgilerin gerçeği yansıtmadığına dair hiçbir iddia dile getirilmedi. Zaten elimdeki bilgilerin doğruluğunu teyit etmek için çok uzun bir süre veri analiziyle uğraşmıştım. Eğer bu analizleri daha erken bitirseydim, halk sağlığı adına Nisan 2018 tarihine kalmadan açıklayacaktım. Yazılarım yayınlandıktan iki gün sonra bakanlık Cumhuriyet gazetesine, benim tam da beklediğim türden bir tekzip metni yolladı. Bu metinde çalışmanın hâlâ bitmediği, verilerin değerlendirilme sürecinin devam ettiği ve proje tamamlandıktan sonra gereğinin yapılacağı ifade ediliyordu.

‘ARAŞTIRMA BİTELİ DÖRT YIL OLDU, BAKANLIKTAN HİÇBİR AÇIKLAMA YOK’

Belki de bakanlığın çalışmaları hâlâ devam ediyordur…

Araştırma biteli dört yıl, yazdığım yazılar yayınlanalı bir buçuk yıl oldu. Ama bu uzun süreç boyunca Sağlık Bakanlığı’nda, yapılan araştırmanın sonuçları üzerinden atılmış hiçbir adım, sonuçlara ilişkin hiçbir açıklama yok. Elbette bir halk sağlığı çalışmasının değerlendirilmesinin uzun yıllar alabileceğinin farkındayım. Ama eğer bulgular halk sağlığı açısından çok ciddi bir tehdit olduğuna işaret ediyorsa, o zaman değerlendirme devam ederken de kamu kurumlarının çok hızlı bir biçimde harekete geçmesi gerekir. Nitekim 19 Nisan 2018 tarihli yazıda içme suyunun arsenik, kurşun, alüminyum gibi yüksek düzeyde tehlike barındıran kanserojen maddelerle kirlenmiş, kirletilmiş olduğu 52 yerleşim bölgesini isim isim yazmıştım. Peki bu bilgileri, yazıyı yayınladığım tarihten itibaren üç yıldır elinde bulunduran Sağlık Bakanlığı nasıl bir tedbir aldı? Aynı soruyu yargılandığım davanın duruşmalarında da sordum.

Yanıt?

Mahkeme bu sorunun bakanlığa sorulması talebimi “konuyla ilgisi yok” diyerek reddetti. Bakanlık da bununla ilgili hiçbir açıklama yapmadı.

‘ERGENE HAVZASINDAN ALINAN 764 SU ÖRNEĞİNİN 316’SINDA ARSENİK TESPİT EDİLDİ’

Peki yaptığınız veri analizleri, Ergene havzası ve Kocaeli’nde ne tür acil tedbirler alınması gerektiğine işaret ediyor?

Akışkan bir madde olan su, toprakta, havada, her tarafta dolaşarak çeşitli kimyasal zehirli maddeleri bünyesinde çözüp alıkoyar. Dolayısıyla sulardaki yaygın kirlilik, coğrafi bir bölgedeki kimyasal kirliliği en iyi yansıtan göstergelerden biridir. Araştırma kapsamında 1440 tane farklı su örneği üzerinden arsenik, kurşun, civa, alüminyum, demir, bakır gibi 26 tane toksik elementin araştırması yapıldı. Ben bunlar içinden sadece arsenik, kurşun ve alüminyum sonuçlarını gazetede yazmıştım. Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ve Kocaeli’ndeki arsenik, kurşun ve alüminyum kirliliğini, ağır sanayinin olmadığı Antalya’yla kıyasladığımızda anormal bir fark var. Bununla ilgili bir görsel var elimde.

Antalya’da 569 farklı noktadan alınan su örneklerinden sadece 20 tanesinde tespit edilebilir arsenik kalıntı bulunurken Ergene havzasından alınan 764 su örneğinin 316’sında arsenik tespit edildi! Bu suların arıtılması veya kullanılmaması gerekiyor. Kocaeli’nde çok ciddi bir alüminyum kirliliği var. Buradaki 106 farklı yerleşim noktasından alınan örneklerin yüzde 46’sında alüminyum tespit edildi. Örneklerin yüzde 9’u sınır değerini aşan miktarda alüminyum içeriyordu.

Her bir analiz bir köyü veya yerleşim noktasını temsil ediyor ve buradaki insanların bu suları kesinlikle kullanmaması gerekiyor. Benim, bırakın tüm toksik maddeleri, sadece arsenik, kurşun ve alüminyum sonuçları üzerinden suyunun kesinlikle içilmemesi gerektiğini tespit ettiğim Ergene havzası ve Kocaeli’nde 52 yerleşim bölgesi var. Ama asıl mesele yaygın kimyasal kirliliktir. Bu konudaki görsellerde Antalya ile diğer iller arasındaki kimyasal kirlilik farkı rahatlıkla görülebilir.

‘GIDA ÖRNEKLERİNİN YÜZDE 17’SİNDE ZEHİRLİ KİMYASAL KALINTI ÇIKTI’

Muhtemelen bakanlığın elindeki veriler çok daha çarpıcı bilgiler içeriyor, değil mi?

Elbette. Sadece su ve gıda kirliliği değil, örneğin Kocaeli’nde hava ölçümlerinden de çıkan çok ciddi sonuçlar var. Araştırma bölgesinde 1380 farklı gıda örneğinde pestisit analizi yapıldı ve örneklerin yüzde 17’sinde yasal mevzuatın kabul ettiğinin üstünde kimyasal kalıntı tespit ettik. Bu kalıntıların bir kısmı başta çocuk ve bebekler olmak üzere insanların hormonal ve nöral sistemleri üzerinde bozucu etkiler yapıyor. Sağlık Bakanlığı’nın 2016 yılı içinde en azından Tarım Bakanlığı’na bir yazı yazıp tedbir alınmasını istemesi gerekiyordu. Fakat bununla ilgili ne yapıldı, bilmiyoruz.

Peki çıkan sonuçlar, hangi ürünlerin tüketilmemesi gerektiğini gösteriyor?

Aslında araştırmanın yapıldığı dönemde, örneğin domateste çıkan kalıntı o yıl için geçerli. Bir sonraki yıl veya şimdi, aynı ürün üzerinde analiz yapılsa farklı sonuç çıkabilir. Fakat zaten Tarım Bakanlığı her yıl, her ilde, binlerce örnek üzerinden pestisit analizi yaptırıyor ama bunların sonuçları da açıklanmıyor.

Dolayısıyla biz Edirne’den, Antalya’dan aldığımız domateste, sarımsakta ne kadar toksik madde olduğunu bilmiyoruz, değil mi?

Tabii ama bakanlık biliyor. Oysa temel mesele, yurttaşların bilgi edinme hakkını güvenceye almak olmalı. Sağlık Bakanlığı her bölgede su analizleri de yaptırıyor. Peki ne buluyor? Sonuçlar neler? Bu konuda yapılan tek bir açıklama yok!

‘SAĞLIK BAKANLIĞI, KİRLİLİĞİN FAİLLERİNE ULAŞMAK İSTEMİYOR’

Atıf Yılmaz’ın 1976’da çektiği Tuzak filminde, babasının katilini araştıran genç doktor Ömer (Cüneyt Arkın), kasabaya fabrika kuran Fazıl’ın (Ali Saruri) suları kirlettiğini ve çocukların zehirlenmesine sebep olduğunu öğrenir ve girdiği çetin mücadelede çok sayıda düşmanla karşı karşıya gelir. Benzer temada çok sayıda Yeşilçam filmi var. Sizin halk sağlığı adına yaptığınız bilgilendirme dolayısıyla yargılanmanız ve hiçbir tedbir alınmaması üzerinden tanık olduğumuz hikâye de bu temayla örtüşüyor mu?

Tabii, belli çevrelerin korunduğunu düşünüyorum. Gıdalarda, suda, havada, toprakta bulduğumuz zehirli maddelerin bir kısmı doğadan bulaşıyor. Ama toksik madde kullanımı endüstriyel olarak da çok yaygın. Keza çok sayıda endüstriyel tesisin baca gazı çeşitli kanserojen madde içeriyor. Buralardan çıkan atıklar eğer arındırılmıyorsa, tedbir alınmıyorsa toprağa, suya, havaya karışıyor. Sağlık Bakanlığı’nın çalışması bu kirlenmenin hangi bölgelerde yoğun olduğunu ve nerelerden kaynaklandığını ayrıntılı olarak tespit etmemizi sağlıyor. Mesela Ergene Çayı’nın doğduğu noktadan Saroz’da denize döküldüğü noktaya kadarki 260 kilometrelik hattın belli noktalarından örnekler alındı ve suyun çıktığı noktada tertemiz olduğu ama yol aldıkça kirlendiği görüldü. Üstelik bu kirlilik, Antalya’yla kıyaslandığında olağanüstüdür, çarpıcıdır! Bu kirlenmenin en önemli sebebi de atıklar. Çünkü Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne bölgesinde 2 binden fazla tesis var. Zaten araştırmada bu tesislerden çıkan atıkların yarattığı sonuçlar araştırıldı. Bu atıklar arıtılmadan bırakılıyor ve toprağı, suyu, havayı, gıdaları kirletiyor. Kapsamlı olarak ilk defa bir havzanın hangi kimyasal maddelerle kirletildiğine ilişkin net verilerimiz var. Elimizde bu bölgede hangi kanser türlerinin yaygın olduğuna ve bu kanser türlerini hangi toksik maddelerin yarattığını gösteren veriler de bulunuyor. Bu maddelerin belli bir endüstriyel ya da tarımsal faaliyetlerden dolayı ortaya çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla mevcut kirliliği kimlerin, hangi tesislerin yarattığını tespit edebiliriz. Ama gördüğüm kadarıyla Sağlık Bakanlığı faillere ulaşmak istemiyor.

Bakanlık bu sonuçları hiç açıklamazsa, ne olacak?

Yapılmış bir halk sağlığı çalışması sonuçlarının kamuoyuna açıklanması zaten uluslararası yasalar gereği bir zorunluluk. Yani bakanlık “açıklamıyorum” diyemez. Dolayısıyla yargılandığım davadan beraat ettiğimde, bu dava daha yeni başlamış olacak. Ayrıca kamuoyu adına yapılan bu araştırma için sırf benim bildiğim kadarıyla 16-17 milyon TL harcandı. Olağanüstü yoğunlukta yıllarca çalıştık, veriler elde ettik ve bunlar şimdi hangi hakla halktan gizleniyor, gereği yapılmıyor?

‘ÜRETİLEN ÜRÜNLER TÜM TÜRKİYE’YE DAĞILIYOR’

Elde edilen veriler ışığında Ergene havzası ve Kocaeli’nde neler yapılması gerekiyor?

Avukatım Tora Pekin’in duruşmada da dile getirdiği gibi Sağlık Bakanlığı’nın şimdiye kadar yaptığı tek şey benim hakkımda davacı olmak. Yani kanserle değil, benimle uğraşıyor. Oysa bakanlık benimle değil, kanserle, kansere sebebiyet veren unsurlarla uğraşmalı. Araştırma kapsamında kirliliğin net olarak tespit edildiği illerde milyonlarca insan yaşıyor. Üstelik kirlilik sadece bu kentlerle sınırlı değil. Bu bölgede üretilen ürünler ülkenin her yanına dağıtılıyor, ihraç ediliyor. Su, buralardan taşıdığı kirlilikleri pek çok bölgeye taşıyor, Marmara Denizi, İzmit Körfezi kirleniyor. Buralarda tutulan balıklar her türlü kirliliği taşıyor ve zararlı maddeler taşıyan balıklar İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, tüketildiği her yerde etki yaratıyor. Yani bu mesele dört ilin değil, tüm memleketin meselesi. Bir kere atık su ölçümlerinden kirliliği yaratan failleri tespit etmek mümkün. Hangi bölgede, hangi kirletici etken, hangi tesisten kaynaklanıyor bir bağ kurmak mümkün. Her endüstriyel proses belirli kimyasal atıklar açığa çıkarıyor çünkü. Araştırma yapılan bölgelerdeki her türlü kirliliğin giderilmesini, toksik maddelerden arındırılmasını sağlayacak bir çalışma yapmak şart. Bunlarla ilgili çok ciddi boşluklar var. Benim yargılandığım davaya söz konusu illerden gelen baro temsilcilerinin aktardığı üzere arıtma tesisleri çalışmıyor veya çok yetersiz. Onlarca arıtma tesisinin sadece temeli atılmış ve devamı getirilmemiş. Zaten aksi olsa, bu kadar kirlilik olmazdı. Sadece Sağlık Bakanlığı değil, Tarım Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimler de bu konuda adım atmalı. Ama ne yazık ki devlet bir bütün olarak halk sağlığı sorununu çözmek istemiyor.

‘HASTALIKLARININ SEBEBİ HASTALARMIŞ GİBİ DAVRANAN BİR İKTİDAR VAR’

Ekonomik sebeplerden dolayı mı?

Bakın, İstanbul-Kurtköy’deki Formula yarış pistine 210 milyon Dolar harcandı. 2005 yılında açılan bu pist sadece 7 defa kullanıldı ve şu anda otopark olarak kullanılıyor! Bunun gibi boş yatırımlara harcanan bunca büyük paralar neden halk sağlığı için, kirliliği önlemek için kullanılmıyor? Sanki hastalıklarının sebebi hastaların kendisiymiş gibi davranan bir siyasal iktidar anlayışı var. Oysa bu doğru değil. Başta bebekler ve çocuklar olmak üzere, kirletilmiş bir çevrede yaşayan insanların ileride kanserle, solunum sorunlarıyla karşılaşma riski çok yüksek. Mevcut iktidarın bu sorunları çözeceğini düşünmüyorum. Kanal İstanbul gibi, bölgeyi ekolojik olarak tamamen çökertecek bir projeyi gerçekleştirme hayalindeki bir iktidardan mevcut kirliliği önlemesini ne kadar bekleyebiliriz ki?

Mahkeme savunmanızda “medyada hemen her gün çocuklara balık yedirmenin gerekliliğinden, balıklarda bulunan omega 3 yağ asitlerinin çocukların beyin gelişimi için öneminden söz ediliyor. Ama bu ürünlerin sağlıklı olup olmadığını bilmiyoruz” diyorsunuz. İndirgemecilik pahasına şu sonuca ulaşabilir miyiz? Akşam rakı-balık yapan insanlara rakının zararlarından söz ediliyor ama balıkta ne olduğunu kimse bilmiyor…

Kesinlikle çok isabetli bir indirgeme bu! İnsanların nasıl bir çevrede yaşadığını, bu çevrede yapılmış bilimsel araştırmaların sonuçlarını bilmesi en doğal hakları ve bu haklar bir sürü yasal dayanağa da sahip. Ne yazık ki bu haklar ihlal ediliyor. Araştırmanın yapıldığı beş kentte 2018 yılı itibariyle 18 yaş altı çocuk sayısı 1 milyon 320 bindi. Bu çocuklar, araştırmada tespit edilen toksik maddelerden çok derinden etkileniyor. Çocukluk çağında maruz kaldığınız bir toksik madde, ileriki yaşlarda bir hastalığa yakalanıp yakalanmamanızı belirleyici olabiliyor. Yurttaş olarak şu ana kadar Türkiye’nin hangi bölgesindeki hangi sularda ne kadar toksik madde olduğunu bilmiyoruz. Sağlık Bakanlığı’nın suda, Tarım Bakanlığı’nın gıdalarda yaptığı analizlere ilişkin bir tane bile derli toplu açıklama yok. Ben bir yurttaş olarak bunları bilme hakkına sahip olduğum gibi, bir akademisyen olarak buna ilişkin bilgileri açıklama sorumluluğuna da sahibim. Sonuçları açıklarken de bu sorumlulukla, vicdanımın sesini dinleyerek hareket ettim.

‘CEZALANDIRILMAM, ÇOCUKLARIN KANSER OLMASINI ÖNEMSEMİYORUZ ANLAMINA GELİR’

Yargılama sonucunda ceza alma riskiniz var mı?

Bu meselenin odağında benim değil, çocuk sağlığının olması gerekiyor. Çünkü toksik madde en çok çocuklara, üstelik kalıcı zararlar veriyor. Çocukken maruz kaldığınız zararlı kimyasallar, yıllar sonra obeziteye mi, kalp ve damar hastalıklarına veya kansere mi yakalanacağınızı çok belirler. Elbette yetişkinler de etkileniyor ama çocuklar en kırılgan halka. Dolayısıyla cezalandırılmam, çocukların kanser olmasını önemsemiyoruz anlamına gelir

Araştırmanın yapıldığı bölgelerin halkının örgütlenmiş bir tepkisi var mı?

Yıllardır çalışan birtakım inisiyatifler, meslek örgütleri var tabii. Sadece bölgeden değil, bölge dışından da, özellikle Tabipler Odası, TMMOB, Gıda ve Çevre Mühendisleri Odaları, bölge baroları, Ergene Platformu gibi yapılar, Ekoloji Birliği bünyesinde olan veya olmayan çok sayıda ekoloji ve çevre örgütü bu davayı yakından takip ediyor.

Beraat etmeniz, siyaseten Sağlık Bakanlığı’nın bu araştırmanın sonuçlarını kamuoyuyla paylaşması anlamına gelecek mi?

Çalışmanın yapıldığı illerden gelen baro yöneticileri, duruşmalar boyunca bu talebi dile getirdiler. Bakanlığın açıklamada bulunmayarak halkın bilgi edinme hakkını gasp etmesini suç olarak gördüklerini de ifade ettiler. Dolayısıyla ben beraat ettiğimde asıl dava yeni başlamış olacak. Elimizde ilk defa Türkiye’nin çok geniş bir bölgesini, buralardaki kanser vakalarının sebeplerini ortaya koyan çok kapsamlı bir bilgi, kirlilik haritası var. Bu harita bize hastalıkların yaygınlığını, bu hastalıklara kimlerin, hangi tesislerin sebep olduğunu, çalışmayan, görevini yapmayan kamu kurumlarını ve en önemlisi de bu sorunu nasıl çözeceğimizi söylüyor. Benimle ilgili yargı süreci bitebilir ama çalışmanın akıbetiyle ilgili taleplerin, yani bu davanın peşini bırakmamak gerekiyor. Hemen her gün “vatan-millet” diyen bir iktidar bloğu var ama vatanın her yerinin kirletilmesine, milletin her gün zehirlenmesine de en ufak bir itirazları yok. Devlet bir şirket gibi yönetiliyor.

‘KÜÇÜCÜK BİR MEYVELİ SÜT ÜRÜNÜNÜN İÇİNDE 7 ÇAY KAŞIĞI ŞEKER VAR!’

Çözüm ne?

Otuz yıla yakın zamandır kamuda çalışıyorum ama bu ölçüde bir dağılmaya hiç tanıklık etmemiştim. Sorunlar ne yazık ki daha da derinleşecek. Şu anda çocuklardaki obezite bir çığ gibi büyüyen çok ciddi bir halk sağlığı sorunu. Bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı çalışmalara baktığınızda altının ne kadar boş olduğunu görüyorsunuz. Okul kantinlerde birtakım gıdaların yasaklanması dışında hiçbir şey yapılmıyor. Çocukların beslenmesini düzenlemek için, piyasada dolaşan binlerce şekerli abur-cuburun üretimine sınırlama getirmek gerekiyor. Küçücük bir meyveli süt ürününün içinde 7 çay kaşığı şeker var! Bunun izahı yok ama bu ürünlerin üretim iznini Tarım veya Sağlık Bakanlığı veriyor. Dolayısıyla tek tek bireyler olarak değil, yerelden, mahallelerden başlayarak yeni bir kurumsallaşmayla, örgütlenmeyle bu sorunların üstesinden gelmeye çalışmalıyız. Bunun için yerel yönetimlerin kamusal hayatı inşa konusunda öncü role bürünmesi lazım. Başka yolumuz da, şansımız yok.

İrfan Aktan kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/09/21/bulent-sik-saglik-bak...