Barış akademisyenlerine saldırı ve Türkiye üniversitelerinin sefaleti

Yazar / Referans: 
Prof. Dr. Gazi Çağlar, sendika.org
Tarih: 
29.03.2016

Tutuklu barış akademisyenleri

Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan,  

Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya

 ve Doç. Dr. Kıvanç Ersoy’a sevgilerle

Adorno ve Foucault üzerine düşünenlerin önemli bir bölümü kaba bir sonuca ulaşır. İkisi arasındaki en önemli fark Foucault’dan farklı olarak Adorno’nun ütopyacılığında sanılır. Gerçekte ikisi de ya ütopyacıdır ya da değildir. Foucault “dünyamızın eleştirel analizini“ sunarken Adorno’nun hedefi topluma eleştiri aynası tutmaktır: İktidar ve bilim bağlamında farkları sanıldığından daha azdır.

İkisinin de konularından birisi ideoloji sorunudur. İdeoloji, gerçeği filtreler ve zihinleri sarmalayan sözde doğrular kurgular. Birey, Foucault’ya göre hem toplumun ideolojik tasavvurunun hayali atomu hem de disiplinin, belli iktidar teknolojilerinin ürettiği gerçekliktir. Adorno’nun ideoloji eleştirisi 20. yüzyılın otoiter-faşist totalitelerinden etkilenmiştir. Foucault ideoloji kavramı üzerinde Adorno kadar durmayıp ara sıra atıf yapmıştır. Hem Marx hem de özellikle Foucault üzerinde etkisi olan Nietzsche, ideoloji ile iktidarın ilişikleştirilmesinin egemenliği stabilize edici olanaklar sunduğunu görmüşlerdi. Foucault’ya göre egemenin ordu ve polisten oluşan iktidar gücünün pahalılığına bir çözümdür de ideoloji: Sadece bir toplum ve birey teorisi değil, aynı zamanda disiplini ve itaati içselleştiren etkili ve tasarruflu bir güçtür. Bu teknikler egemen diskur iktidarını oluşturur. Özgürlük ve hümanitenin büyük oranda ideoloji olarak kalmış olması, Adorno’ya göre, insanların sistem karşısında güçsüzlüklerinden kaynaklanmaktadır. Sistem karşısındaki bu güçsüzlük, hem kendilerini hem de bütünün yaşamını akıllarıyla belirlemelerini engellemektedir.

Egemen araçsal akıl, ideolojik karaktelidir. Bu hem Adorno’nun hem Foucault’nun vardığı sonuçtur. Özellikle pozitif bilimlerde, doğa bilimlerinde aklın ideolojik araçsal karakteri halen belirleyicidir. Bu bakımdan Horkheimer’in “geleneksel ve eleştirel teori“ metni halen ışık göstericidir. Türkiye yakın geçmişte bariz bir örneğini yaşadı: Nobel ödüllü Aziz Sancar ilk önce Ülkü Ocakları’nı ziyaret etti, TSK ziyaretinde ödülünü Anıtkabir’de sergilemek üzere orduya teslim etti ve ülkenin yarısından fazlasının eleştirdiği saray rejimine ziyaretle gezisini kendine göre taçlandırdı. Bu, bilimsel araştırmasından ve emeğinden bağımsız olarak, tüm toplumu ilgilendiren bir konuydu: Çünkü Nobel ödülü, saray rejiminin 7 Haziran’dan bu yana dayattığı, kısmen AKP-milliyetçi oylar bütünleşmesini sağlayan savaş ve baskı politikalarının kutsanmasına alet edildi. Nobel ödülünün yarattığı prestij, saray rejimi ve destekçileri tarafından meşruiyet aracı haline getirilip şova dönüştürüldü. Araçsal aklın ideolojik karakterine bir çok örnek vermek mümkün: Hitler’in savaş teknolojilerini ve Ausschwitz’de öldürme tekniklerini üreten bilimden toplumsal sonuçlarıyla ilgili herhangi bir etik sorumluluk taşımadığını düşünen günümüzün genetik bilimcilerine kadar örnekler çoktur.

Adorno, büyü ve ideolojinin aynı olduğunu ve ideolojinin ortaya çıkmasının biyolojinin egemenleştiği sürece dayandığını söyler. Tıp ve biyolojinin oluşum süreçleri hem Adorno’nun hem de Foucault’nun ilgisini çekmiştir. Bu iki alan, günümüz egemenlik ideolojileri açısından da “doğal zorunluluk“ yanılgısını toplumsal ilişkilerin açıklamasına aktarmaya devam etmektedirler. Adorno’ya göre ideoloji ve egemenlik arasındaki bağlaç geç kapitalizmde zirvesine ulaşmıştır ve burjuva ideolojisi öznelerin total entegrasyonu için önemli işlevler görmektedir. Kitle medya endüstrisi, ideolojilerin daha etkili ve hızlı yayılması için etkin araçlar sunar. AKP diktatörlüğünün medya ve kültürün tektipleştirilmesine yönelik tüm çabalarının temelinde de bu gerçeklik yatar. Foucault’ya göre açık, bariz bir ideolojinin iktidara faydası yoktur. İktidarın bilgiyi objektif olarak doğru ve gerçek olarak sunacak mekanizmalara ihtiyacı vardır. Bu bilgilerin ideolojik karakteri görülebilirse değersiz hale gelirler. İktidarın işleyiş tarzını perdeleyebilecek inandırıcılığa sahip olmaları gerekir. Adorno’da bu fikirden uzak değildir. Örneğin özgürlük kavramının kapitalizmde sürekli “ekonomik zor“u da yansıttığını söyler. Aydınlanmadan bu yana liberalizm, kapitalist sistemde yaygın ideolojilerin başında gelir ve burjuva egemenliği için “zorunludur“. Ama ideoloji, taşıması gerektiği gerçeklik payı nedeniyle hep de kırılgandır. Adorno psikanaliz ile ilgili yazılarında normal ve patalojik görüş ayrımının yanlış olduğunu belirtmiştir. Foucault’nun bu konudaki çalışmaları da bilinir. Çünkü normal görüşün kendisi çılgınlık ve hezeyanın bir çok ögesini barındırır ve yeniden üretiminde rol oynar.

Türkiye’de toplumsal-siyasal cinnet rejimleri

İdeolojilerin tamamen kırıldığı noktada sırf terör başlar. Türkiye’deki rejim de, “normal görüş” de çılgınlık ve hezeyan aşamasına gelmiştir. Barış kelimesinin bile görülmemiş bir küfür edebiyatına ve kriminalizasyona yol açtığı koşullar, artık gerçeklerin sadece terörize edilerek susturulabildiği, bastırılmaya çalışıldığı koşullardır. Liberalizm, yeni sömürge karakteri halen belirleyici olan Türkiye’de hep otoriter-faşizan rejimlerin cilası olmayı denemiş, zaman zaman ihtiyaç duyulmuş, toplumsal onayı sağlayıcı işlevler gördürülmüş, ama gerçekte hep güçsüz bir söylem olmuştur. Bugün de güçsüzdür ve Türkiye’de yakın gelecekte de hep öyle olacaktır. 12 Eylül darbesinin çıplak zoruyla tektipleştirilmeye çalışılan devlet ve toplum,  AKP’nin regressif-reaksiyoner otoriter İslamcılık-Osmanlıcılık söylemine hapsedilerek şimdiki sefil haline kavuşmuştur: Koşulları ağırlaşıp yoğunlaşan çıplak sömürü, Türkiye’de sürekli çıplak terör rejimlerini doğurmaktadır. AKP’nin ABD öncülüğündeki uluslararası neoliberal ekonominin Türkiye taşeronluğuyla elde ettiği sözde ekonomik başarılar, görece istikrarı sürdürebilmesine hizmet etti. 90’lı yılların derin ekonomik krizinden sonra AKP, büyük sermaye gruplarının ve “Anadolu aslanlarının” desteğiyle  neoliberalizmi derinleştirdi ve görece bir ekonomik büyüme yarattı. Bu büyümenin öncü sektörleri klasik neoliberal öğretide öğütlendiği gibi özellikle finans ve inşaat sektörü oldu. Özel krediler ve kredi kartlarının görülmemiş şekilde yaygınlaştırılması yoluyla ücretli emekçiler ve yoksul kesimlerde büyümeden pay aldıklarına dair bir intiba oluşturuldu. Sosyal alanda bürokrasinin keyfiyetine ve AKP’nin çıkarlarına bağlı kısmi iyileştirmeler gündeme getirildi. İslamcı ideolojiyle beslenen klientalist neofeodal sadaka sistemi, modern sosyal yardım sistemi ihtiyacına ters düşse de, ücretli emekçilerde, köylüler ve yoksullarda onay üreten bir mekanizmaya dönüştü. AKP’yi seçen kesim ve köy, mahalle ve bölgelere klientalist destek kanalları açıldı. Erken evlenen ve çocuk yapan dindar kesime soyal teşvik programları geliştirildi. Gerçekte ise bu ekonomik model geniş çaplı bir kaynak transferine dayanıyordu. Emekçi halktan sayısal olarak iyice dar bir oligarşiye doğru işleyen sömürü düzeni ve kaynak aktarımı, neoliberal ekonomik modelin dünya çapında kriziyle sallanmaya başladı. Sınırsız bir doğa-emek sömürüsüne ve ülke kaynaklarının dünyada bulunamayacak kar fırsatlarıyla uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesine dayanan neoliberal ekonomik model, büyük çaplı “projelerle” (duble yollar, AVM’ler, Marmaray, 3. köprü vs.) gözleri kamaştırmayı bir süre başarmış olsa da büyük bir iç ve dış borçlanma ile sınırlarına geldi. Araçsal bilimin ideolojik karakteri, kapitalizmde onay mekanizmaları üreten işlevlere de sahiptir, yani araçsal akla dayalı bilim hegemonyanın vazgeçilmez direğidir. Üretim yönü alabildiğine zayıf, toplumun emekçi kesimlerinin yoğun sömürüsüne ve barizleşen talan kapitalizmine ise  kapitalizmde kendisi de bir üretici güç olan bilim araçsal akılla da onay sağlayamaz, bu nedenle hızla işlevsizleşmekte, itibar kaybına uğramaktadır. Bu çaplı bir sömürüye onay ancak burjuva ideolojilerinin gerisine giderek sağlanır.

Bu onayı Türkiye’de pratikte sağlayan devasa güç ise din ordusudur ve ideolojisi hem tarihsel, hem içerik, hem de yeniden üreten aygıtları açısından tamamen gericidir. Bu din ordusu AKP rejimine hegemonya sağlayamaz, ama biat sağlar, çünkü kendi varlığı da AKP rejiminin kaderine kenetlidir. Türkiye bütçesinde bu din ordusunun hemen askeri-polisiye harcamalardan sonra devasa bütçeye sahip olması gelinen noktada AKP büyüsünün sihirli formülüdür. Yeni Türkiye formülü: Talan kapitalizminin “kamu düzencisi” AKP rejimi = din ordusu + faşizmin kurumsallaştığı zor aygıtları.

AKP hegemonyası, Gezi direnişinin müthiş sarsıcı etkisiyle liberalizmle ittifakının kırılmasından sonra, İslamcılık-Osmanlıcığın dar tektipçiliğinde tuzla-buz oldu. Hegemonyanın ikna araç ve metodlarının tükendiği noktada zor aygıtları çıplaklaşır. AKP rejimi gelinen noktada çıplak zor aygıtlarının Kürt bölgelerinde ve hak talep eden halka karşı terörü üzerinde oldukça kritik gerilim dengelerinde seyretmektedir. Bu kritik gerilim koşullarında AKP derme çatma İslamcı-Osmanlıcı söylevini faşist ideolojinin unsurlarıyla hızla besledi. Aslında bu dere Türkiye’deki İslamcı harekette her zaman mevcuttu, şimdilerde daha da beliginleşti: Bu dere devlet-toplum çelişkisini ortadan kaldırdığını sanan, tüm toplumsal ve siyasi alanların devletleştirilmesiyle, yani Carl Schmitt’in kavramlaştırmasıyla “total devleti” yaratmasıyla bu yabancılaşmayı aştığını sanan faşizm. İslamcı hareketlerin her dönemde beslediği organizist bir devlet anlayışı ve totaliter bir egemenlik biçimi olarak faşist dere, AKP hegemonyasının kırılmasıyla saraydan islamcı “stk”lara kadar egemen olan çılgınlık okyanusu oldu. Adorno, Almanya’da faşizme payandalık yapmış Heidegger gibi filozofların düşüncelerini “sahicilik jargonu” altında eleştirmiş ve bu sahiciliğin düşmanlaştırılanlara karşı teröre yol açan sahtekarlığını vurgulamıştı: Bu sahtekarlık şimdi AKP iktidarının da “yerli ve milli” sahiciliğinde zirve yapıyor. Derme-çatma bir Osmanlıcılık, ümmete işaret eden bir millilik, ülkedeki tüm itiraz çevrelerini ve gerekçelerini düşmanlaştırıyor, gayri milli ilan ederek yabancılaştırıyor, Batı, Rusya ve İsrail’in iç kolları olarak sembolik ve bir çok noktada fiziki imhaya yol açıyor. İslamcı-faşizm de tüm farklılıklarına rağmen özde klasik faşizm gibi toplumsal gerçekliğin ve çelişkilerin teröre dayalı bastırılmasıdır.

İslamcı devlet anlayışı da organizist devlet modeliyle büyük ölçüde örtüşür. Demokratik ulus-devlet konseptleri karşısında “devlet-millet” bütünlüğü, islamcı devlet anlayışını, yani “Sünni İslam ümmeti-devlet bütünleşmesini”, özetle başkan-halifenin kullarını kendisine tabi kıldığı egemenlik aracını ifade eder. Organizist devlet teorisi babanın kuvveti üzerinden egemenliği ve dolayısıyla insanlar arası eşitsizliği onaylayarak gerekçelendirmeyi ve değişime karşı korumayı hedefler. Davutoğlu’nun dilinde devletin “merhamet”, “şevkat” gibi kavramlarla süslenmesinin manası da budur. İslamcı-faşizan devlet-ümmet (millet) bütünleşmesi, aydınlanmaya, insan haklarına karşıdır, demokrasiyi ve sınıf mücadelelerinin normalliğini tanıyan barışçıl siyasal çatışma formlarının tamamını reddeder, çünkü bunlar dönüşüm ve değişim demektir. İşte Türk tipi başkanlık dayatması da uluslararası ve ülke sermayesi için karar süreçlerini hızlandırmasının yanısıra bundandır. Hilafet de hemen arkasından bu sebeple dayatılacaktır. Türkiye’de 12 Eylül anayasasını bile rafa kaldırmış, “tanımayan”, yasal mevzuatlara uymayın diyen, Kürt halkına karşı büyük bir tahrip savaşı yürüten, tüm muhalefeti susturmaya çalışan, tüm kararları saraylının iki dudağı arasına sıkıştırmış fiili bir diktatörlük var. Erdoğan kendisi henüz daha “fiili yarı başkanlık” olarak tanımlıyor. Yeni anayasa ile istenen bu diktatörlüğe “Türk tipi başkanlık sistemi“ ve buna uygun devlet yapılandırılmasıyla meşruiyet kazandırmaktır. AKP, olsa olsa 12 Eylül Anayasası’ndan bile daha gerici, daha faşizan, daha baskıcı bir anayasa yapabilir. Tarihte faşizmin demokratik anayasa yaptığı görülmemiştir, Türkiye’de de görmeyeceğiz.

Devlet terörü, talan kapitalizmi ve din ordusu, her toplumu ahlaki, etik, bilimsel, kültürel, siyasi, toplumsal çöküntüye ve çözülmeye götürür. AKP rejimi, ikna edemediği tüm kesimleri düşmanlaştırma ve saldırma yoluyla kalıcı şekilde ötekileştirme üzerine kuruludur. Bu devlet gücüyle tahkimlenmiş terörist praksis, Kürt sorunu bağlamında gözlemlediğimiz iç savaşı tüm topluma yaymaya da adaydır. AKP’nin yeni bir hegemonik dengenin parçası olması mümkün değildir: Emekçilerden Kürtlere, Alevilerden doğaya yeni bir hegemonya için verebileceği ekonomik ya da kültürel-ahlaki hiç bir şey yoktur. Sadece şöyle veya böyle çöküşüne tanık olabiliriz artık.

Barış akademisyenlerine saldırı da bu çöküş sürecine beyhude direnişin bilim ve üniversiteler sahasındaki çılgınlığıdır. Türkiye’yi tektip AKP rejimine hapsetme projesi, hem toplumsal çelişkilerin keskinleşmesi hem de uluslarası etkileşimler düşünüldüğünde tutmayacaktır. Ama AKP faşizminin çılgınlığı halkın progresif kolektif eylemiyle karşılaşmadığı sürece de devam edecektir.

İktidar ve bilime müdahale: Uluslararası utanç hafızası

Bilim aracılığıyla aydınlanma modernitenin büyük ümidiydi. Burjuvazi yükselişini ve iktidarı ele geçiriş sürecini bilgi edinme ve kullanma süreciyle içiçe gerçekleştirmişti. Feodal sınıfsal konumdan miras alınan ayrıcalıklı hakların yerini herkesçe öğrenilebilecek bilgi alacaktı. Bilgi, yanılgıları, yanılsamaları, kendisi de bir batıl inanç olan dini zamanla aşacaktı, çünkü bunlar dünyaya ve insan ilişkilerine bakışı çarpıtıyorlardı. Hedef yeni toplumsal düzenin meşrulaştırılmasıydı. Slogan “bilim iktidardır”dı ve tarihi Frnacis Bacon’a kadar uzanır. Ancak burjuvazinin yükseliş dönemine hizmet eden bu slogan, işçi sınıfının gücüyle tanışan burjuvazinin egemenliğiyle birlikte gerçeklikte tersine dönüştü: Bilginin sınırlandırılamayacağı ve yönetilemeyeceği olgusu kısmen dehşete yol açarken tüm bilgi süreçlerinin iktidar ve egemenlik ilişkilerine tabi olduğu da görüldü. Bugün tüm sözde güvenilir bilginin iktidar ve egemenlik süreçleriyle ilişkisini gözden geçirmemiz ve izafileştirmemiz gerektiğini bilmemize rağmen bilginin egemenlik düzeyinin ve toplumsal iktidar ilişkilerinin nasıl aydınlanma süreçlerini aptallaşmaya ve biat etmeye dönüştürdüğünü tamamen kavradığımız söylenemez. İktidar ve sermaye, bilgiye ve bilime ulaşımı kontrol eder, kullanımını sınırlandırır ve manipüle edilmiş şekilde sunar. Bu bağlantıyı işçi sınıfı liderleri de erken tarihte görmüştür: Ünlü 1872 Dresden konuşmasında Wilhelm Liebknecht, salt bilgi ve eğitim-öğrenim ile kurtuluşa gidilebileceği fikrini sert şekilde eleştirir. Devlet ve toplumu aşacak mücadeleden vaz geçmek demek, eğitim-öğretimden de vazgeçmek demektir. “Eğitimle özgürlüğe ulaşma” sloganı işçi sınıfına yanlış dostlarının dayattığı bir slogandır der. “Halk iktidarı olmadan bilgi de yoktur! Bilgi iktidardır – iktidar bilgidir.” İşçi sınıfının aydınlanma tecrübelerini bu diyalektik formül somutlamaktadır.

İşçi sınıfının bilgi-iktidar ilişkisine dair tarihsel tecrübeleri, sınıflı toplumlarda bilim-iktidar ilişkisinde de sürekli karşımıza çıkmaktadır. Bir kaç örnekle bu çatışmanın günümüze dek süren tarihsel boyutunu sergilemek istiyorum. Dünyamızın çeşitli coğrafyalarından daha nice örnek vermek elbette mümkündür, ama konunun açığa kavuşturulması için aşağıdakiler yeterlidir.

Aydınlanmanın başlangıcı ile birlikte Roma katolik engizisyonu ve ve 1965’de kaldırılan Roma kilisesi yasak kitaplar indeksi gerçeklerin ve doğruların bastırılmasının politik kılıcı olarak eleştirilmiştir. Roma kilisesinin korumak istediği dar bilgi tekelinin bilime karşı günahlarını en iyi Galileo Galilei ve Kopernik modelinin yasaklanması gösterir. 1770’de Voltaire, dilenci rahipler tarafından desteklenen 7 kardinalin insanlığın bilgisini geliştiren İtalya‘nın öncü düşünürünü 70 yaşında cezaevine mahkum edip ekmek ve suyla oruca zorlamasını levhalaştırıp Vatikan’ın kapısına çakmak gerektiğini söyler. Kendisini bilimin kralı olarak sunan teoloji, feodal düzenin ve katolik kilisesinin iktidar çıkarları için kalkan yapmıştır.  Yenilerde “Modern bilim ve Katolik kilisesi” başlığı altında kamuoyuna sunulan bir tarihsel çalışma, sadece 16. Yüzyılın ikinci yarısına ait 3380 sayfalık belge içermektedir.  Din adına iktidar ve egemenlik ilişkilerini korumak için bilime saldırının karanlık tarihine yönelik sadece bir bölüm çalışmasıdır bu. Tarihçiler araştırmalarına devam etmektedir ve engizisyondan kitap sansürüne ve yasaklamaya dair daha onbinlerce sayfalık belgelerle tanışacağız.  Galilei’in “her şeye rağmen dünya dönüyor” mırıltısı ise modern bilimlerin ve aydınlanmanın zafer ve direniş belgesi oldu.

Hıristiyanlık için geçerli olan, tüm farklarına rağmen İslam için de geçerlidir: Her ne kadar İslam dünyasındaki bilim insanlarının evrensel bilime katkıları küçümsenemez olsa da hep tehlike altında yaşamışlardır. İslam dünyası da bilimlere ve felsefeyle nadir barışık olmuş, hatta bilimi ve felsefeyi nihayet boğmuştur.  “Öküzün pulluğa bağlandığı gibi kölesi oldukları dogmaya bağlı” (Cemaleddin Afgani) din adamları, bilimsel ve felsefi gelişmenin toplumsal ilişkileri sorgulayıcı karakterini erken kavrayıp engellemeye çalışmışlardır. Cemaleddin Afgani, Ernest Renan ile tartışmada bu olguyu kabul etmiş, Al Suiti’ye dayanarak halifenin Bağdad’da 5000 filozofu öldürttüğü örneğini vermiştir: “O tarihçinin kurbanların sayısını abarttığını düşünsek de bu zulmün yaşandığı kesindir ve dinin tarihi için utanç lekesidir”. 1883’deki bu açıklık ve samimiyet AKP Türkiye’sinde artık cesaret meselesi haline gelmektedir. Davutoğlu, “büyük restorasyon” başlığıyla İslam “medeniyetinin” yeniden doğuşunu anlatırken “Dinden bağımsız bir medeniyet ortaya koymak mümkün değildir” diyor. Sözde farklı kutupların üyeleri medeniyet savaşcısı Huntington ile “kadim medeniyetimizin“ cihadçısı Davutoğlu aynı fikir cehenneminde buluşuyorlar. Bu yaklaşım genel anlamda bilimi, dinin kölesi yapıyor. Din yeniden bilimlerin kralı ilan ediliyor. “Dindar nesil” projesi, işte bu köleliğin zihinlerde sorgusuz kabulünün sosyalizasyon sürecidir.

Barış akademisyenlerine AKP Türkiye’sinde reva görülen zulmü çarpıcı bir şekilde hatırlatması açısından Göttingen Yedilisi’ni de anmak öğreticidir. 123 yıllık Büyük Britanya ve Hannover kraliyet birliği sona erince I. Ernst August Hannover kraliyetinde tacı giymiş ve hemen ardından zımni özgürlükçü devlet anayasasını 1837 yılında rafa kaldırmıştı. Aralarında Jacob Grimm, Georg Gervinius ile Friedrich Dahlmann’ın da olduğu 7 profesör özgürlüklerin kaldırılmasını yazılı protesto etmişti. Ve şimdi AKP Türkiye’sinin üniversitelerinde yaşadığımız gibi rektör ve dört dekan kral önünde diz çökmüşler, Göttingen Yedilisi ile ilişkilerini kestiklerini ve görüşlerini lanetlediklerini açıklamışlardı. Kral Göttingen Yedilisi’ni üniversiteden kovmuş, hatta yukarıda ismi geçenleri sınırdışı etmişti. Alexander von Humboldt, kralın bir baloda “profesörleri, dansözleri ve orospuları her yerden parayla tekrar alabilirsiniz“ dediğini anlatır. Humboldt ise esprili bir cevap verir: “Benim dansözlerle ve orospularla hiç bir zaman ilişkim olmadı“ ve sadece “yarı profesörüm“.

2015’de bile Göttingen ana istasyonunun önüne kralsız bir heykel yapıldı: Göttingen Yedilisi’ni hatırlatıyor, isimlerini sayıyor ve “her krala Göttingen Yedilisi“ diyor.

“Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız karanlık“, “kapkara bir bildiri yayımlayan“ insanların” önünde profesör, doçent bilmem ne olması kimseyi aydın yapmaz… bunlar zalimdir, alçaktır… bütün yargı makamlarını, üniversitelerin senatolarını … göreve davet ettim” cümleleriyle Erdoğan’ın Barış İçin Akademisyenlere karşı başlatığı cadı avı, Göttingen Yedilisi vakasını kapsam ve boyutu itibariyle çok aşmaktadır. McCarthy döneminin Amerika’sı ile kıyaslamak zordur. Üniversitelere ve bilime saldırılar arasında kıyaslanabilecek tek tarihsel baskı, Hitler faşizminin üniversiteleri teslim alan operasyonudur. Hitler’in iktidara gelişinin ardından “üniversitelerin radikal dönüşümü“ hedeflenmişti. Erdoğan da eğitimin yeniden inşaa edileceğini, “radikal adımlar“ atılacağını söylüyor. Hitler Almanya’sında akademik özyönetim yerine “lider prensibi“ getirilmiş, 1935’deki bir yasa ile yahudi, komünist, sosyal demokrat, hümanist, eleştirel tüm profesörler ve bilim insanları üniversiteden uzaklaştırılmıştı. Üniversiteler tektipleştirilmiş, Nasyonalsosyalist İşçi Partisi’nin kadrolarıyla Hitler’e tam bağlı kurumlara dönüştürülmüştü. Rektör artık yüksek okulun “führer’iydi“. Üniversiteler ise faşist diktatörlüğün emperyalist ve ırkçı hedeflerinin basit araçları olmuştu.  Üniversitelerdeki bilim insanlarının çoğunluğunun tepkisi ise Almanya’da bugüne kadar utanç olmaya devam etmektedir: Faşizmi destekleme, daha 1933’de üniversite elemanlarının % 30’a yakınının hemen NSDAP’ye üye olması, itaatin yüceltilmesi, 900 profösörün Hitler’e sadakatini ve “nasyonalsosyalist devrime“ bağlılığını açıklaması, üniversiteden uzaklaştırılanlara karşı alçakça tavırları, Hitler faşizmine gönüllü hizmetleri ve uyduruk ırk teorileri, entellektüel düşmanlık vs. geliştirmeleri, evet tüm bunlar dünya bilim tarihine kolektif utanç olarak kaydedilmiştir. Bu dönemde Almanya’yı terk etmek zorunda kalan kimi bilim insanları da Türkiye’ye gelmiştir. AKP Türkiye’si ise 3 barış akademisyenini tutukladığı gün bir İngiliz bilim insanını da sınırdışı etmiştir. “Milli akademisyenler“ adı altında savaşa, diktatörlüğe övgü yağdıran yalakaları devreye sokmuştur. Federal Almanya ise bilimsel başarılarının ve toplumsal özgürlüklerinin önemli bir bölümünü faşizm sonrası tekrar ülkeye dönen bilim insanlarına borçludur.

Nasyonal sosyalist bilim anlayışının bir çok öğesi, bugün AKP Türkiye’sinde Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülükle çevrelenen neoliberal üniversitelerin önemli bir bölümüne de hakimdir: Bilim kendine yeten gaye olarak değil, somut yararlı hizmet olarak, “milli ve yerli  değerlerin“ denetiminde, her alanı dinselleştiren tarzda kavranmakta ve öğütlenmektedir. Uluslararası bilim topluluğu ile ilişkiler ve uluslararası bilimin kural ve normları giderek yıpratılmaktadır. Akademik ve bilimsel özgürlüğün yerini toplumun hafızası ve geleceği olan üniversitelerde de korku rejimi almaktadır.

12 Eylül askeri darbesinin aydınlara, bilime ve üniversiteye saldırısı: Geleceği çalmak

Türkiye’nin yakın tarihi ise Barış için Akademisyenlere saldırıya benzer üç köklü saldırı yaşamıştır. Tüm bu saldırılar 12 Eylül darbesinin tektip toplum modeline uygun üniversite yaratmaya yöneliktir. Bu saldırıların birisi yapısaldır ve bugüne kadar Türkiye üniversitelerinin sefaletinin ana nedenidir: Darbeci generallerin 1981’de çıkardığı Yükseköğretim kanunu ve aynı kanunla kurulan YÖK. Faşist bir toplum ve devlet modelinin halen yürürlükte olan YÖK’ü, üniversitelerde akademik özyönetimi, akademik ve bilimsel özgürlükleri budayıp güdükleştiren, sermayenin çıkarlarına göre üniversitelerin neoliberal dönüşümünü sağlayan, Türk-islam sentezini ve türevlerini üniversitelerde kurumsallaştıran, öğrencilerin üniversiteye katılımını pratikte müşteri ilişkisine indirgeyen, öğrencileri ve öğretim görevlilerini disipline eden köklü bir müdahaledir. Özgür düşünce ve bireye elveda diyen üniversitelerin içine düşürüldüğü sefalet, 12 Eylül’ün yarattığı karanlığın aşılamamasının, AKP faşizminde tüm yasa, kurum ve kuruluşlarıyla pekiştirilerek sürdürülmesinin  de bir çok neden yanı sıra önemli bir açıklamasıdır. Sefalet tamdır, ancak üniversitelerin özgürlük ve özerklik temelinde ve bilimsel normlara göre yeniden yapılandırılması ile aşılabilir. Dünya kıyaslamalarında Türkiye üniversitelerinin sonlarda yer alması, sefaletin sadece bir göstergesidir. Toplumun demokratikleşmesine sunamadıkları katkı ise, ülkenin düşünsel-kültürel sefaletinin nedenlerindendir. 12 Eylül faşizmi, özgür düşünceyi, bilimi ve bu arada üniversiteleri karanlığa gömmüştür. AKP ise bu karanlığı yeşile boyayarak daha da koyulaştırmaktadır.  Öğrencilerimiz ve toplumun tüm geleceği için bu sefalet, vahim sonuçlar yaratmaktadır.

12 Eylül sonrası üniversitelere ikinci köklü müdahale ise 1402 sayılı yasanın ikinci maddesinin değiştirilmesi sonucu akademik personelden devlet memurlarına çok sayıda eleştirel insanın işten atılmasıdır. Davutoğlu kabinesi de benzer bir genelgeyi şimdi çıkarmıştır. Kamuoyuna “terör genelgesi” olarak sunulan uygulama sonucu, devlet dairelerinden üniversitelere istenmeyen tüm eleştirel insanlar yavaş yavaş uzaklaştırılacaktır. 12 Eylül faşizmi 1402 ile toplam 4891 kamu personelini görevden almış, 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçenti üniversitelerden atmıştır. Bizzat kendisi istifa edenlerle birlikte  bu sayıların 20.000 kişi civarında olduğu tahmin edilmektedir. Görevinden uzaklaştırılan her bilim insanı, toplumun geleceğini çalmak olmuştur.

Barış akademisyenleriyle kıyaslanabilecek üçüncü örnek Aziz Nesin öncülüğündeki “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstekler” başlıklı dilekçedir. Aralarında çok sayıda aydın ve akademisyenin bulunduğu 1260 kişi imzalı Aydınlar dilekçesinin içeriği ile imzaladığımız Barış İçin Akademisyenler bildirisi çarpıcı olarak benzer içerik taşımaktadır: “Türkiye’nin yaşadığı yoğun terör eylemlerinden demokratik sistemin kendisi sorumlu tutulamaz…Devlet olmanın temel niteliği hukuk ilkelerine bağlı kalmaktır…Terörün varlığı, hiçbir zaman, devletin de aynı yöntemlere başvurmasının gerekçesi olamaz…İşkence bir insanlık suçudur. İşkencenin tamamen ortadan kaldırılması için gerekli önlemler alınmalıdır…Çoğunluk iradesini bahane ederek temel hakları yok etmek demokrasiyle bağdaşmaz. Özgür basın, demokratik düzeni bütünleyen temel ögelerden biridir ve baskı altına alınmamalıdır.” Güncel Barış akademisyenlerinin bildirisi ile Aydınlar Dilekçesi arasındaki benzerliklerin asıl sebebi, Türkiye’nin bir yeni sömürge olarak devlet yapısının değişmeyen karakteridir: Kurumlaşmış faşizm! Darbe şefi Kenan Evren’in tepkisi de benzer olmuştur: Zifiri 12 Eylül karanlığında dilekçeyi imzalayan aydınları tam şimdi olduğu gibi “vatan hainliği“yle suçlamış,“Biz çok aydınlar gördük, vatan hainliği yaptılar. Bazı şairler vardı, yurt dışına kaçtılar. O aydın değil miydi? Ne yapayım ben öyle aydını? Bu millete hükmetmek için aydın olmak gerekmez ki“demiştir. Aydınlar 2 yıl mahkemelerde süründürülmüş ve 1986’da dava beraatle sonuçlanmıştır.

Barış Akademisyenleri: Türkiye üniversitelerinin sefaletinin yeni kurbanları

2015 yılında Türkiye’de yeni bir savaşın başlatıldığı,  Silvan, Sur ve Cizre gibi şehirlerin ablukaya alındığı, cenazelerin yerlerde sürüklendiği veya sergilendiği koşullarda Türkiye’nin toplumsal-etik sorumluluğunu ciddiye alan 1128 akademisyeni “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir bildiri kaleme alarak siyasal çözüm ve barış çağrısı yaptılar. 11 Ocak 2016’da bir basın açıklaması ile kamuoyuna duyurulan bildiri, AKP iktidarının ve sarayın hışmına uğradı. Havuz medyası, Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakan, hükümet yekilileri, AKP yandaşı kuruluşlar hep bir ağızdan tam bir cadı avı ve sembolik linç başlattılar. İmzacı akademisyenler „terör destekçisi“ ve „vatan haini“ ilan edildiler. Cadı avı yandaş güruhların da katılımıyla psikolojik ve fiziki saldırılarla, küfürlerle, ölüm tehditleriyle tam bir korkutma, nefret ve linç kampanyası halini aldı. Cumhurbaşkanı yargıyı ve YÖK ile üniversite yönetimlerini “göreve çağırdı“. Bu çağrıyı “emir” olarak anlayan birçok rektörlük akademisyenleri kınama bildirilerinin yanısıra  soruşturmalar başlattı, engizisyonu andıran soruşturma kurulları kurdu, istifa baskısı yaptı. Sayıları giderek artmakla birlikte 102 üniversitede 532 akademisyene idari soruşturma açıldı,  29’u görevden uzaklaştırıldı, 38 akademisyen işten çıkarıldı, 6 akademisyen istifa ettirildi. Türkiye üniversiteleri için utanç verici bu cadı avını, idari soruşturmalar takip etti. Savcılıklar, Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesi çerçevesinde “terör örgütü propagandası yapmak”, Türk Ceza Kanununun 301. Maddesi çerçevesinde “Türklüğe hakaret” davaları açtı. 33 akademisyen ev baskınlarıyla gözaltına alındı, 158 akademisyene adli soruşturma açıldı. Yurtdışı yasakları konuldu. Savcılık, diğerlerinin de ifadelerini almaya devam ediyor.

Cadı avının son zirvesi Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan,  Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya ve Doç. Dr. Kıvanç Ersoy‘un “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlanıp tutuklanmaları oldu. IŞİD davasının tüm sanıklarının serbest bırakıldığı gün akademisyen Esra Mungan tecrit koşullarına maruz bırakıldı. Yaşananların politik mesajı netti: “Temel hak ve özgürlükleri tanımıyor, üniversitelerin özgür düşünce üretme görevlerini, akademik hak ve özgürlükleri kabul etmiyoruz. Fikir özgürlüğünü, ilan ettiğimiz savaşın kölesi yapıyoruz. Barış istemek yasak, savaşı ve iktidarımızı desteklemek herkesin yükümlülüğüdür. Aksi takdirde terör destekçisiniz“. Bu kapsamlı cadı avına ise barış bildirisini okuyan-okumayan herkes katılıyor. Cadı avına bahane edilen suçlama ise gülünç: Devlet “katliamlar” yapıyor deniliyormuş. Yapmıyor mu? Kendisi 90’lı yıllara yönelik bir çok davada itiraf etmedi mi? Cizre’de, Sur’da yaşatılanları başka türlü tanımlamak mümkün mü? Bağımsız bilim insanlarının ve insan hakları gözlemcilerinin oraya girip Kürt halkının yaşadıklarına ad koymalarına izin veriyor mu? Saray rejiminin propagandasına tapmayan, konformizme aklını teslim etmeyen, bilimsel etiği kariyere kurban etmeyen, insanlık değerlerinine bağlılığını vicdanında hisseden hangi bilim insanı bu gülünç gerekçeye meslektaşlarını kurban edebilir? Akademik özgürlüğü ayaklar altına aldırır? İkincisi ise “PKK anılmıyor, terör örgütü denilmiyor“ suçlamasıdır. Bu da gülünçtür. Türkiye üniversitelerinde çalışan bilim insanlarının muhatabı PKK değil, can güvenliği ve toplumsal barıştan sorumlu devlettir. Devleti muhatap almaları, adil barışçıl çözüm ve siyasi müzakere istemeleri , bilimin toplum karşısında sorumluluğunun ve etik-siyasi vicdanlarının zorunluğu kıldığı bir görevdir. Kürt sorununda askeri-polisiye çözüm olmadığını bile bile kariyeri için, rejime yalakalık için, milliyetçi-islamcı saplantılar adına susan tüm bilim insanları, insanlık karşısında da bilim etiği açısından da suçludurlar.

AKP tüm diktatörlük heveslileri gibi lastik bir terörizm kavramı geliştiriyor. Burada hedef açıktır: Terör kavramının fikir özgürlüğünü de yok edecek tarzda genişletilmesi, her tülü itiraza, muhalefete, kıpırdanmaya karşı, yani biat etmeyen tüm çevrelere karşı kullanılabilir bir kılıç yaratma istemidir. Bu tür bir kılıca sadece devlet terörizmini kurumsallaştıran rejimler ihtiyaç duyar. Erdoğan’ın dillendirdiği “ya bizim yanımızdasın, ya teröristlerle. Ortası yoktur” tarzı dayatma kabullenilmesi mümkün olmayan bir akıl tutulmasıdır. Bilimin, insan hakları ve demokrasinin, barışçıl bir arada yaşama şansının da bağımsız pozisyonu vardır. AKP’nin katliamcı savaş politikaları ile sivillere yönelik suç işleyen TAK’ın ölümcül ikilemi, eleştirel bilimin kabullenebileceği bir ikilem değildir. Bu ikilem, ölümcül bir ikilemdir. Şiddeti de doğuran ve besleyen bu tür antidemokratik dayatmalardır. Bu dayatma artık “ben gidersem Türkiye çöker“, “bana biat edin, önümde diz çökün“ zorbalığına kadar ilerlemiştir. Bu zihniyet Türkiye’yi kabile devleti düzeyine indirgemenin yanısıra, Suriye‘lileştirmektedir. Suriye‘lileşen bir vahşet toplumunda kazanan olmaz. Tüm insanlık kaybeder. Milletvekili, gazeteci, bilim insanı, STK yöneticisi terörist olamaz. Muhalefete dayatılan, akademiye dayatılan siyasi terördür. Eleştirel bilim, üçüncü pozisyon olarak, yaşamın, bilimin, özgürlüğün, eşit ve adil barışın yanındadır.

YÖK sultası altındaki üniversitelerin bu inanılmaz saldırıya karşı kurumsal karşı durmaları tek doğru tutum olsa da bunu bekleyebilecek koşullarda değiliz. Dolayısıyla bugün bilimin, akademinin, barışın onurunu savunmak, tek tek tüm bilim insanlarının, öğrencilerin, giderek tüm bir halkın omuzlarındadır. Tüm derslerde bu konu işlenmelidir. Akademinin duyarlı kesimleri, sadece Türkiye’de değil, zalim engizisyon hukuksuzluğuna karşı tüm dünyada bilimin ve akademik özgürlüğün onurunu savunduklarını unutmamalıdırlar. Bir ülkede bilime saldırı, dünya çapında bilime saldırıdır. Üniversiteleri susturulan toplumlar, suç üreten toplumlar haline dönüşür. Suriyelileşme tehlikesinin giderek somutlaştığı günümüz koşullarında kimse buna izin veremez.

Saray rejimi, AKP-devlet bütünleşmesini sağlayarak artık totaliter yöntemlerle sadece savaş politikalarına dayanmak istiyor. Böyle ayakta kalacağını sanıyor. Tutuklanan sadece Barış İçin Akademisyenler değil, akademik özgürlüktür. Bu nedenle saldırı tüm bilimedir. Barış istemek suç olamaz. Bilimin asli görevleri arasındadır. Yine bu zulümle hedeflenen ‘Türk tipi başkanlık’ dayatmalarına yönelik akademiden gelebilecek itirazları baştan engellemektir. Korku imparatorluğu kurup yaygınlaştırmayı hedefliyorlar, üniversiteleri kışlalaştırmak, AKP yandaşlarıyla doldurmak istiyorlar. Eğitim-öğretimde “radikal adımlar”dan söz eden Erdoğan’ın neleri hedeflediğini şu ana kadar eğitimde uygulananlarla üniversitelere müdahaleler şimdiden göstermektedir.

Barış için akademisyenleri tutuklattıran islamcı-faşist rejimin rektör yardımcısının sözleri, bildirinin içeriğine katılıp katılmamaktan bağımsız akademik ve fikir özgürlüğü adına bu zalim saldırıyı kolektif mesleki dayanışma içerisinde gögüsleyemeyen Türkiye üniversitelerinin  sefaletinin utanç belgesidir:  Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı:”ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halk”, “profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları” diyor. “Okuyanlar Sultan Hamid’i devirdiler. Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Korkuyorum” diye ekliyor. Okumanın, üniversitenin “tehlikeli”, cahilliğin “ferasetli” olduğunu söyleyen dünyanın tek rektör yardımcısını AKP rejimi yetiştiriyor. “Erdoğan giderse tam bir felaketle karşı karşıya kalırız….evet bizim de ölmemiz gerekiyor.” Bilim ölmeye değil, barışa çağırır. Araçsallaştırılıp kuklaya dönüştürülenler ise savaşa, ötekileştirmeye hizmet ederler. O rektör yardımcısı ile Boko Haram arasında kapanmaz mesafeler yoktur: Boko Haram “okumak günahtır” demek. Rektör doğru gözlemliyor: “yollar, marketler boşaldı, iş yerleri kapandı,okulları kapatanlar oldu”. Çıkardığı sonuç ise vahim: “bizim de ölmemiz gerekiyor.” Rektörün çıkardığı, Erdoğan için “bizim de ölmemiz gerekiyor” sonucu, saray rejiminin her gün halka dayattığı emirdir: Bilim bu gerici, savaşı ve ölümü öven, cahillikten medet uman sürece alet edilemez. Üniversitelerin, tek tek bilim insanlarının, tüm öğrencilerin Türkiye’nin geleceğini bu baskıcı zihniyete teslim etmeme görevi vardır.

“Cahil halka” da saygısızlık yapan o rektör ise gerçekte yanılıyor: AKP rejimini ayakta tutan cahil halk değil, kendisi gibi yarı-eğitimli otoriter sürüdür. Adorno ve arkadaşları uzun yıllar bu otoriter karakterler üzerine çalıştılar. Bu tür rejimler yarı-eğitimden, araçsallaştırılan bilimden ve hiyerarşiye tapan kul sürülerinden yaşar.

İktidar ve bilim: İtiraz, itaatsizlik, direniş

Pierre Bourdieu öleceği 2002 yılında yeni bir aydınlanma hamlesine çağrı yapmıştı. Sermaye çıkarları doğrultusunda dünyamıza dayatılan köklü ekonomik ve toplumsal değişimlerin inanılmaz bir gericilik dalgasıyla birleşerek yarattığı tahribata karşı, azami kar odaklı finans kapitalin toplumsallığı imha eden kör mantığına karşı yeni bir aydınlanma, akla dayalı real politikaya çağrıydı bu. Eleştirel bilimin bulgular düzeyini toplumsal tartışmaya ve pratiğe taşıma görevini hatırlattı. Akademik köylerden çıkıp oralarda sıkışan entellektüel-eleştirel enerjiyi toplumsal değişim praksisiyle birleştirmek, Bourdieu’ye göre yeni bir toplumsal aydınlanma hamlesinin itici gücü olabilirdi. Aydınlanma geleneğinde bilgi yargı yeteneği ile birleştiğinde dönüştürücü potansiyeller açığa çıkarır.

Düşünce ile politikanın birleştirilmesi Adorno tarafından da vurgulanmaktadır. “Düşünce kavramının kendisiyle başlasak, politika kavramına geçsek ve nihayet tekrar düşünce kavramına geri dönsek nasıl olur“ diye sorar bir yazısında. Adorno kendi disiplinine karşı bile düşüncenin özgürlüğünü insani politik praksis için şart olarak görür.

Bugün Türkiye üniversitelerinin sefaleti karşısında, üniversiteye saldırı karşısında, topluma dayatılan tekçi-dıştalayıcı zulüm pratiği karşısında kimse akademik disiplininin araştırmayı bekleyen dehlizlerine çekilerek AKP karanlığını aşacağını sanma lüksüne sahip değildir. Herkes bilimsel disiplinlerinin bulgularını özgürlük etiğiyle birleştirip değiştirici bir toplumsal fantezi ve praksis sürecine katmakla mükelleftir. Barış akademisyenlerine sahip çıkmak, bilimin onurunu savunmaktır. Türkiye’de akademik özerkliğe dayanan özgür üniversitelerin yaratılması ile otoriter-faşizan devlet ve toplum yapısının aşılması birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilimin insanlığa karşı sorumlulukları, ders salonlarına, laboratuvarlara hapsedilemez. Bilim eleştireldir, ya da kötü gerçekliği ikinci kez üretip kutsayan araçtır. Bilim, itirazla, itaatsizlikle, direnişle kardeştir.

Doğru nicel değildir, niteldir. Doğruyu söylemek sınıflı toplumlarda her zaman cesaret işi olmuştur.  Sınıflı toplumların doruk noktası olan kapitalizm ise, insanı hep korkuyla terbiye eder, iş korkusuyla,açlık korkusuyla, çocukların geleceği korkusuyla, asker ve polis korkusuyla, cezaevi korkusuyla, savaş korkusuyla… Kapitalizm, sadece çıplak bir sömürü düzeni değil, aynı zamanda global bir korku rejimidir. AKP bu korku rejimini çıplak zulümle birleştirmenin adıdır.  Bilim ve entelektüel düşmanlığının alabildiğine yaygınlaştırıldığı, toplumun iç savaş sürecine sürüklendiği, savaş karşıtı barış hareketlerinin baskılar nedeniyle geniş toplumsal destek bulamadığı, ağır trajedi ve travmaların yaşandığı kuşullarda bilim barışın ve gerçek demokrasinin kalesi olmalıdır, korkuya karşı cesaretin, dinci büyüye karşı gerçeğin sesi olmalıdır, başkası düşünülemez. Bilim ve akademinin özgürlüğü, başka türlü savunulumaz.

Türkiye’deki üniversiteleri sefaletinden çıkaracak duruş, Diyojen’in kendisini satın almak isteyen Büyük İskender’e karşı gösterdiği cesaretini tek tek ve toplumsal değişim hareketleriyle omuz omuza kolektif olarak yeniden ve yeniden üretmekten geçer: “Güneşimden çekil başka ihsan istemem“!

Dosya: Barış için Akademisyenler