Osman İşçi'nin Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
31.10.2019

Barış Bildirisini hakikat talebiyle imzaladım çünkü akademisyen ve insan hakları savunucu hakikat peşinde giden kişidir.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Sekreteri ve Hacettepe Üniversitesi’nden Arş. Gör. Osman İşçi'nin Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Ankara 21. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

(İşçi, 30 Ekim'de görülen duruşmasında beraat etti.)

Sayın Hakim,

Ben bir akademisyen ve insan hakları savunucusuyum. Barış Bildirisini imzaladığım sırada Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışıyordum. 2006 yılından bu yana İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) aktivistiyim ve 2017 yılından bu yana da Genel Sekreteri olarak görev yapıyorum.

Bugün bu iki kimliğimle imzaladığım Barış Bildirisi yoluyla suç işlediğim iddiasıyla karşınızda bulunuyorum. Bugün temel bir hakkım olan ifade özgürlüğümü kullandığım halde suç işlediğim iddiasıyla karşınızda bulunuyorum.

Bildiğiniz gibi, Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 26/7/2019 tarihinde, Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri (B. No: 2018/17635) başvurusunda Anayasa'nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir. Dolayısıyla, Barış Bildirisini imzalamanın ifade özgürlüğü kapsamında olduğu bir kez daha teyit edilmiştir.

Bu bildiriyi neden imzaladığımı kısaca ifade etmeye çalışayım.

Öğrenciliğim dahil neredeyse 20 yıldır üniversite içerisindeyim. Öğrencilik yıllarımda üniversiteden öğrendiğim ve sonrasında fakültede çalışırken öğrenci arkadaşlarıma aktarmaya çalıştığım temel nokta: soru sormak olmuştur. Soru sormak bilimin, aydınlanmanın ve ilerlemenin temel yöntemidir.

Ayrıca, bir akademisyenin, araştırmacının soru sormaya ek olarak bir akademisyenin sorumlulukları arasında sorun olarak gördüğü toplumsal olaylara hayır demek olduğu evrensel olarak kabul gören bir gerçektir. Benzer şekilde, insan hakları savunucuları da hazırladığı raporlar için soru sorar ve sorumluların insan hakları prensiplerine uygun olmayan politika ve uygulamalara hayır der.

Akademisyenlerin ve insan hakları savunucularının sorguladığı ve hayır dediği uygulama ve politikalara karşı aldığı tavır tarihe en azından not düşmek içindir.

11 Ocak 2016’da Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildiriyi yayınlamamıza yol açan toplumsal olaylar 2013 yılında başlayan Çözüm Sürecinin 2015 yılı başlarında çökmesi sonucu aynı yılın Temmuz ayında yeniden başlayan silahlı çatışma ortamı ile doğrudan ilgilidir.

İlk olarak 16 Ağustos 2015’de Muş’un Varto ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma yasakları daha sonrasında Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Bingöl, Siirt vb. illere yayılmıştır. Bu ihlaller ve ihlal iddiaları ile ilgili İHD ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) başta olmak üzere insan hakları örgütleri açıklamalar yapmış, raporlar yayınlamıştır.

Örneğin, 15 Aralık 2015’de İHD açıklamasına göre: “5 Aralık 2015 tarihine kadar 2015 yılı içinde sadece yargısız infaz sonucu 173 kişinin yaşamını yitirip, 226 kişinin yaralandığını, silahlı çatışmalar nedeni ile 171’i asker, polis, korucu, 195’i silahlı militan ve 157’si sivil olmak üzere 523 kişinin yaşamını yitirdiğini, bu süreç içerisinde cihatçı yapılanmaların canlı bomba saldırılarında 138 kişinin yaşamını yitirip, 929 kişinin yaralanmıştır.”

Açıklamada 2015 yılının insan hakları politikalarının, uygulamalarının temel karakteristiğine dair aşağıdaki tespit yapılmıştır:

“Bu dönemin en bariz özelliği çok açık bir şekilde kanuna ve hukuka aykırı olarak ilan edilen sokağa çıkma yasakları ile birlikte kentlerin abluka altına alınmasıdır. Türkiye’nin mevcut mevzuatında vali ve kaymakamların sokağa çıkma yasağı ilan etme yetkileri kesinlikle yoktur. 5442 sayılı İl İdaresi Kanununda böyle bir yetki verilmemiştir. Kamuoyunda iç güvenlik paketi olarak adlandırılan paket kapsamında dahi böyle bir yetki yoktur.”[1]

Benzer şekilde, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 20 Nisan 2016’da yaptığı açıklamada şu bilgiler verilmiştir:

“16 Ağustos 2015 ile 20 Nisan 2016 tarihleri arasında başta Diyarbakır (35 kez), Şırnak (10 kez) ve Mardin (11 kez) olmak üzere Hakkâri (5 kez), Muş (1 kez), Elazığ (1 kez) ve Batman’daki (2 kez) toplam en az 22 ilçede, resmi olarak tespit edilebilen en az 65 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı uygulanmıştır. Bu yasaklar nedeniyle 2014 nüfus sayımına göre ilgili ilçelerde yaşadığı bilinen en az 1 milyon 642 bin kişinin en temel yaşam ve sağlık hakları ihlâl edilmiş, net bir bilgi edinilememekle beraber Sağlık Bakanı’nın 27 Şubat 2016 tarihli açıklamasına göre en az 355 bin kişi yaşadıkları il ve ilçeleri terk ederek zorunlu olarak yerlerinden edilmiştir.”[2]

Barış Bildirisi özü itibariyle yaşam hakkı, işkence yasağının ihlali, kişi özgürlüğü ve güvenliği, farklı ihlal türlerine yönelik kaygıları dile getirip, bu ihlallere yol açan fail ve sorumluların etkili bir şekilde soruşturulmasını talep etmektedir. Ayrıca, hakları ihlal edilen yurttaşların haklarının tazmin edilmesi ve gözlemcilere izin verilmesi de bildirinin talepleri arasında yer almaktadır.

Tüm bu talepler iktidara yöneltilmektedir, çünkü bu gibi ihlallerin giderilmesi sorumluluğu asli olarak iktidardadır. Asli sorumluluk meselesi ülkemizin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de düzenlenmiştir.

24 Haziran 2013’de kabul edilen ve Türkiye Cumhuriyeti adına 13 Eylül 2013’te imzalanan ve 29 Şubat 2016’da onaylanan “İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme’ye Değişiklik Getiren 15 Nolu Protokol”ün 1. Maddesi şu şekildedir:

Sözleşme’nin önsözünün sonuna, metni aşağıdaki şekilde olan olan yeni bir ibare eklenmiştir:

“İkincillik ilkesi uyarınca, işbu Sözleşme ve Protokollerinde tanımlanmış hak ve özgürlüklerli koruma sorumluluğunun öncelikli olarak Yüksek Sözleşmeci taraflara ait olduğunu, ve Yüksek Sözleşmeci tarafların bunu yaparken işbu Sözleşme ile kurulmuş olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin denetleyici yargı yetkisine tabi bir takdir marjına sahip olduklarını teyit ederek” protokolü imzalamışlardır.[3]

Sonuç olarak, 11 Ocak 2016’da kamuoyuna duyurduğumuz Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı Barış Bildirisi’sini imzalamak ifade özgürlüğü kapsamındadır.

Bu bildiriyi bir yurttaş, insan hakları savunucusu ve akademisyen olarak ülkemdeki sorunlara yönelik duyarlılığım ve sorunların çözümüne dair sorumluluğum nedeniyle imzaladım. Şeffaf, katılımcı ve yanlış uygulamaları nedeniyle hesap verebilir bir yönetim talebim kapsamında imzaladım. Barış Bildirisini hakikat talebiyle imzaladım çünkü akademisyen ve insan hakları savunucu hakikat peşinde giden kişidir.

Son söz olarak, savcılık makamının iddiasının mesnetsiz olması nedeniyle beraatımı talep ediyorum. (Oİ/TP)

 

[1]     https://www.ihd.org.tr/kurt-kentleri-uzerindeki-ablukayi-kaldirin-sokaga...

[2]     https://tihv.org.tr/16-agustos-2015-20-nisan-2016-tarihleri-arasinda-sok...

[3]     https://humanrightscenter.bilgi.edu.tr/media/uploads/2016/03/29/AIHS_15N...

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/215190-osman-isci-nin-beyani