Umuda, Akademiye ve Taşraya Dair

Yazar / Referans: 
Tezcan Durna, Hala Gazeteciyiz
Tarih: 
24.02.2020

Barış Akademisyeni Tezcan Durna, intiharları, umudu, üniversite ve özellikle taşra üniversitelerindeki eğitim sisteminin umutsuzluğu nasıl körüklediğini yazdı…

Tezcan Durna[1]

İlkokuldan sonra iki yıl boyunca eğitimime devam edemedim. Zira ailenin tek erkek çocuğuydum ve babam ben daha küçücükken de abimi trafik kazasında kaybettiği için köyde bağı bahçesi olan bir aile babası olarak elinde kalan tek erkek çocuğunu da okula gönderip iş gücünden mahrum kalmak istemedi. Okula gidemeyişimin bana görünen rasyonel ve pragmatist tarafını bununla açıklayabiliyoruz. Ancak duygusal tarafı babamın hala kulaklarımda küpe olan ve bana o okula gidemediğim iki senenin ıstırabını çekilir kılan şu sözle açıklanabilirdi: “Benim bir çiğnem sakızım var o da gözümün önünde dursun”. Bu söz belki de hayatımda bir yandan kendimi kıymetli hissettiren diğer yandan da her çocuğun ebeveyni karşısında yaşadığı ikircikli duygunun billurlaşmış ifadelerinden birisidir. Çocuk bir yandan ebeveynin güzel sözleriyle kendini çok kıymetli hisseder, diğer yandan bu güzel sözler ebeveyn karşısında tuhaf bir bağımlılık ve suçluluk duygusu geliştirir. Onları bırakmak zorunda kaldığında kalbinin ortasına büyükçe bir şey oturur; o zaman “gitmek mi zor kalmak mı?” sorusunu sorar durursun. Neyse bu psikolojik tahlilleri bir tarafa bırakıp konumuza gelelim.

HALA GELECEĞE UMUTLA BAKMAK…

Nereden geldiğini hala anlamadığım, gidemediğim iki yılı bana zehir eden okul/okuma aşkı, bir yandan da fütursuz bir umudun yarattığı enerji verdi bana ve şansım da yaver gittiği için bir başka yazımda detaylarıyla anlattığım[2] eğitim hayatım bu iki yılın sonunda başladı. O iki yıl boyunca bön bir inanç, boş bir umutla beklemedim elbette. Bu inancı besleyecek, bu umuda iyimser bir zemin yaratacak şeyler yaptım. Bunları yapmamın nedeni, gerçekten de boş ve pür iyimserlikle dolu bir umut değildi. Umudumun altı doluydu ve okula gidip, hakkını vererek eğitimimi tamamlarsam ve gereken sınavları geçersem mutlaka bir şeyler olurum beklentisiydi beni bu yola sonunu düşünmeden çıkmama sebep olan. Bu yolda ağır aksak ilerledim. Pek çok akranımın benden çok önce kat ettiği mesafelerin, ben yıllar sonra daha kat edileceğinden bile haberdar değildim. Ama hep merakla, umutla, inançla yaptım ne yaptıysam. 16-17 yıl çalıştığım Ankara Üniversitesi’nden hukuksuz bir şekilde ihraç edildiğim halde hala ne olursa olsun geleceğe umutla bakmaya çalışmamın ve umut etmekten vazgeçmememin belki de nedeni bu alışkanlıktır.

Bunları ne bön bir şekilde boş umuda bağlanmayı övmek için yazdım, ne de kendi mücadele azmimi yeni nesillere örnek göstermek için. Eaglaton modern zamanlarda umuda dair şunları söyler: “umut dokunsan kırılacak bir kamış, uçan bir kale, arkadaşlığı hoşa giden kötü bir klavuz, besin değeri düşük ama lezzetli bir sos gibidir.”[3] Ama umutsuz da yaşanmaz. Kim sası ve tatsız tuzsuz bir yemeği afiyetle ve keyifle yer? Umut besleyici değeri yüksek ancak üzerine bir miktar lezzet katan sos dökülen yemek gibi olduğu zaman anlamı olan bir şeydir. Tam da bu nedenle Eaglaton umutsuz yaşanmayacağına, ayağı yere basan şekilde umut etmek gerektiğine işaret eder. Ancak içinde yaşadığımız kapitalist üretim ilişkileri ve onu hala meşru bir zeminde tutmaya çalışan neoliberal ideoloji, üzerinde yaşadığımız zemini ortadan kaldırmış, toplumsal birliği berhava etmiş, insanları teker teker bulduğu yerde avlayıp yutan acımasız bir avcı gibi üstümüze geliyor. Bu koşullar altında umut etmek, ister ayakları yere bassın isterse safdil olsun anlamını yitirmeye başlamış görünüyor.

‘YURTTAŞLARINA UMUT OLAMAYAN BİR REJİMİN İFLASININ BELGELERİ’

Son iki yıl içinde hayata, geleceğe, hukuka, adalete, topluma, kısaca dünyaya karşı umudunu kaybederek ya kendini ya da etrafındakileri yok etme girişiminde bulunanlara baktığımız zaman, ayakları yere basan bir umudun ne kadar da önemli olduğunu daha iyi anlıyoruz. Nedenleri ve saikleri farklı farklı olsa da, 2018 yılında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde meslektaşlarını silahla öldüren Araştırma Görevlisi,[4] intihar eden üniversite öğrencileri,[5] kendisini kopya çekerken yakalayan Araştırma Görevlisi Ceren Damar’ı öldüren öğrenci,[6] ardında bir video çekimi bırakarak intihar eden matematik öğretmeni[7] ne ekonomik, ne toplumsal, ne siyasal ne de hukuksal açıdan yurttaşlarına umut olamayan bir rejimin iflasının belgeleridir. Bütün bu intihar ya da cinayetleri tek başına ekonomik sorunlarla açıklamak mümkün değildir. Hukuka güvenin olmadığı yerde insanlar kendi hukuklarını yerine getirmeye başlarlar. Hukuka güveni ortadan kalkmış, üstelik de kendi hukukunu işletmeye gücü de olmayanın elinde sadece kendi bedeni kalır ve onu yok eder.

Yazımın devamında bu yok olma ve yok etmelere sebep olan umutsuzluğu besleyen pek çok konu arasından tek bir konuya odaklanmak istiyorum. O konu da akademidir, eğitimdir. Öncelikle AKP döneminin her şehirde üniversite kurma misyonunun akademide ne gibi tahribatlara yol açtığına dikkat çekmek gerekiyor. Bunun için öncelikle taşranın tıynetini anlamak gerekiyor.

Taşrayı tanımlamak için pek çok cümle kurulabilir. Ancak üniversite ile taşrayı yan yana getirdiğimiz zaman şöyle bir tanımlama cümlesi tam uygun olur zannımca: Olamamışın olma ereğinin olmama arzusuyla taçlandığı yerdir taşra. Karışık gibi görünen bu cümleyi şöyle açabiliriz: Taşra/taşralı genel olarak bir şey olamama ile maluldür. Ancak olmak ister. İçi her an olma arzusuyla doludur. Kentli olmak ister, tam olarak olamaz, çünkü kent apartman dairesi ve AVM’den ibaret değildir, kendine özgü bir kültürü ve ritmi vardır. Bu nedenle kent ya da merkez ile taşra arasındaki bakışım çarpıktır; hem taşranın kendisine hem de taşranın kente/merkeze bakışındaki gerçekliği bulandırır bu çarpıklık.[8] Devinmek ister, ancak taşranın o kesif havası devinime engel olur. Okumak ister, ancak okuduğunu hep kendi dar ufkundan anlar. Bu nedenle de taşranın okuyanı da şiir okumaya hevesli ilkokul çocuğunun hamasetle okuduğu şiire benzer bir üslupla okuduğunu paylaşır. Kente öykünerek hareket eder, ancak kenti ve kentliyi sürekli otantik (bu konjonktürde belki de yerli ve milli demek lazım) olmamakla suçlar. Bu yazdıklarımı pek çok taşra sakini eminim hakaret olarak okuyacaktır. Fakat bu yazdıklarım, ister taşra sakini isterse de taşrayı kafasında barındıran için olsun, bir öz düşünüme/özeleştiriye davet olarak okunmalıdır. Ancak bu zamanlarda bu davete icabet mümkün olur mu, hiç emin değilim.

‘TAŞRA AKADEMİSYENİ’ OLMAK!

Taşra üniversitesi, üniversite olmanın gereklerini bilip bu konuda adım atmaktan aciz akademisyenle doludur. Şimdi bu yazacaklarımı lütfen tek tek bireyler için değerlendirmeyin. Bir yapıdan bahsettiğimi ve bu yapının tuzağına düşmüş bireylerin genel davranış paternlerinden bahsedeceğimi peşinen kabul edin. Bu akademisyenler de tıpkı taşranın kente öykünürken kentli olamayışını bir camera obscura gibi tersten yansıtarak değillemesine ve onu bir takım manevi değerlerden yoksunlukla suçlamasına benzer biçimde kentli akademisyeni toplumu tanımamakla, toplumsal gerçeklerden bihaber olmakla suçlar.[9] Burada taşra akademisyeni karşımıza hakikat sonrası dönemin ruhuna uygun bir biçimde “bilim-inanç”, “fantezi-hakikat” gibi dikatomileri çıkarır ve bu sayede yoksunluğunu ve akademik nosyon yoksulluğunu bu şekilde telafi eder. Her karşılaştığınızda “sen bizim burada ne çektiğimizi biliyor musun? Bizler yokluk içinde eğitim öğretim yapmaya çalışıyoruz” diye şikâyet eder. Bu şikâyetlerinde haklıdır, ama taşra akademisyeni sadece şikâyet eder, sorun da budur zaten.

Taşra akademisyeninin sağcısı da solcusu da Janus’un iki yüzü gibidir. Birisi öğrencilerin yeterince yerli ve milli olmamasından şikâyet eder, diğeri yeterince okumadıklarından ve hayatı tanımadıklarından. Birisi öğrencilerin milliyetçi duygularını kaybettiklerinden, yeterince namaza eğilimli olmadıklarından şikâyet eder, diğeri yeterince örgütlü olmadıklarından. Ortaklaştıkları tek nokta, derslerinde öğrenciye umut olacak samimiyeti gösteremedikleri halde onlardan umutvar olmalarını beklemeleridir. Bir diğer ortak noktaları da, öğrencileri aşağılayarak kurdukları benliklerinin sürekli büyüyen egolarına teslim olmalarıdır.  Bazılarının mecburiyetten ama çoğunluğunun hevesle üstlendikleri haftalık yoğun ders yükleri, ikinci öğretimler ve tezli tezsiz yüksek lisans programlarından alınan derslerle çok ağır mesai gerektirir. Bu ağır mesai içinde öğrenciye verilen derslere hakkıyla zaman ayırmak, onlarla hakkıyla ilgilenmek elbette mümkün değildir. Ancak taşra akademisyeni bir yandan bu ağır ders yükünden şikâyet ederken diğer yandan bu verilen derslerden gelecek ek ders ücretleri için birbirlerinin boynuna basmakta beis görmez. Kendisi aldığı haddinden fazla dersleri hakkıyla veremeyen pek çok akademisyen, sadece işine odaklanmaz, aynı zamanda meslektaşının gözetleyicisidir de. Gözetlediği meslektaşının ne zaman rapor aldığı, ne zaman dersini yaptığı, öğrencilerinden iyi ya da kötü geri dönüş alıp almadığı, okula gelip gelmediği gibi konuları fakülte yöneticilerinden daha fazla izler ve takip eder. İzlemekle kalmaz bu akademisyen tipi, fakülte yönetimine, hatta gerekirse CİMER’e kadar şikâyet eder meslektaşını.

Bu akademisyen tipi maalesef örgütlü mücadeleden ümidini kesmiş, gemisini kurtaran kaptan moduna girmiştir çoktan. Birlikte yemek yediği, odasına gidip çay-kahve içtiği, yüzüne güldüğü, derdini paylaştığı meslektaşını bile sürekli takip eder, onun eksiğini arar ve onu mecbur kalırsa yönetime gammazlamaktan bir an bile geri durmaz. Gerekçesi her zaman vardır: Ben burada, “ıssızlığın ortasında” zorluklar ve baskı altında hayatta kalmaya çalışıyorum. Hiç kimsenin sağlık sorunu, özel durumu beni ilgilendirmez. Ben ne yaşıyorsam herkes de onu yaşamalı. Bu akademisyen tipinin hiçbir zaman bir araya gelerek ortak tavır alıp durumları ve koşulları düzeltmek için talepte bulunmak aklına gelmez. Bu tip akademisyen, koşullar ne olursa olsun muhatabını ya da meslektaşlarını vasatın sınırlarına çekerek yapması gerekeni yaptığını düşünür. Çünkü vasat içinde yaşamak kolaydır ve buna alışınca bundan çıkmak hiç kolay değildir. Söylene söylene var olanı yaşamaya devam etmek en iyi bildiği şeydir taşra akademisyeninin.

Taşra üniversitesi yepyeni lüks binaların zaman içinde tamamlandığı ama bir üniversite olmanın gereğinin asla tamamlanamayacağı bir uzamdır. Devasa kütüphane binasının olduğu ama içinde kitabın bulunmadığı; çünkü kampüse yapılan cami için para istenen ama kütüphaneye hangi kitapların alınacağı akademik personeline sorulmayan bir yerdir taşra üniversitesi. Taşra üniversitesi, orucunu yiyen öğrenci ya da personele hayatın zindan edildiği, ama kampüs içinde tecavüz edilen öğrencilerin tecavüz haberlerinin bir şekilde sumen altı edildiği bir evrendir. Bütün protokollere, bilimsel toplantı muamelesi yapılarak derslerden öğrenci taşınmasının şart olduğu bir yerdir taşra üniversitesi. Büyük büyük binaların yapıldığı, ama öğrenciler için yaşam alanlarının en son düşünüldüğü ama buna karşılık öğrencilerin memnun olmasının beklenildiği bir yerdir taşra üniversitesi. İşte böylesi bir ortamda üniversite okumuş bir öğrencinin hayata umutla bakmasını beklemek hiçbir vicdana sığmaz. Ama yine de umut etmek gerekir.

‘BÜTÜN ÜNİVERSİTELER VASATA TESLİM EDİLDİ’

Akademideki tasfiyelerle, akademik ifade özgürlüğü kısıtlamalarıyla, jurnalcilikle, okumanın, düşünmenin ve araştırmanın değil, cehaletin, boş hamasetin ve düşünmeden konuşmanın teşvik edilmesiyle bütün üniversitelerin vasata teslim edildiği ortamda bu üniversitelerde okuyan öğrencilerden gelecekten umutlu olmasını beklemek de vicdansızlık olabilir. Ancak her zaman umut vardır. Ancak bu umudu yoksullar için ve yoksullarla birlikte adaletten yana yerine getirmemiz gereken ödevimizi asla unutmadan diri tutmamız gerekir. Neoliberal heyula ilk yoksulların ve emekçilerin örgütlenmesini hedef almıştı, bizi yine bu heyulaya karşı örgütlenme kurtaracaktır. İntihar edenlerin yalnızlıktan öldüklerini unutmadan bir arada durmakta ısrarcı olmamız gerekir.

[1] um:ag Genel Yayın Yönetmeni,halagazeteciyiz.net Hak İhlalleri Raporları Editörü.

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/analiz/2017/03/05/kandirilmadim-hala-bari...

[3] Terry Eaglaton (2016). İyimser Olmayan Umut, Çev. Emine Ayhan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 61.

[4] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-43660110

[5] En öne çıkan iki öğrencinin intiharı ile ilgili detaylara şu haberlerden ulaşılabilir: https://odatv.com/arkadaslarini-anmak-isteyen-ogrencilere-polis-engeli-2...

https://www.evrensel.net/haber/397567/istanbul-universitesi-ogrencisi-ha...

[6] Davası uzun zamandır devam eden katilin cezası yakın zamanda belli olmuştur. Haber için: https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/son-dakika-ceren-damarin-katilinin-...

[7] https://artigercek.com/haberler/intihar-eden-ogretmenin-ailesinden-cagri...

[8] Tanıl Bora (2006), Taşraya Bakmak, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 291.

[9] 2019 Temmuz ayı içinde Barış Akademisyenleri ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin verdiği “hak ihlali vardır” kararı üzerine, 1071 sayısını tutturmaya çalışarak bu karara bir itiraz açıklaması yapan akademisyenlerin davranışı tam da buna örnektir.

Kaynak: https://halagazeteciyiz.net/2020/02/24/umuda-akademiye-ve-tasraya-dair/