"Kepengi İndiririz ama Boyun Eğmeyiz": Covid-19 İzolasyonunda Toplumsal Direniş

Yazar / Referans: 
Buket Türkmen, Birikim
Tarih: 
31.03.2020

İçinden geçmekte olduğumuz günler, alışık olduğumuz yaşam biçimimizi ve değerlerimizi değiştirebilecek bir potansiyele sahip. Selamlaşmalarımız bile değişiyor, nerede kaldı arkadaşlıklar, aile bağları, aşklar, direnişler… Gizliden gizliye hepimiz bunun farkında olsak da çoğumuz bir tarihî dönemeci yaşadığımızı, maddi ve fizikî koşullarımızın değişimi ile belki de geri dönüşü olmaz şekilde tarihî bir dönüşümün başında olduğumuz sezgisel bilgisini görmezden/anlamazdan geliyoruz. “Şu günler bir geçsin de, yeniden…” ile başlayan cümlelerimiz uçuşuyor konuşmalarımızda, düşüncemizde.

Oysa belki de yavaş yavaş, yarıda bıraktığımız ne varsa, yeni koşullar altında nasıl devam edebilir veya yeni bir şekil alabilir, bunu düşünmemiz gerekecek. Gideon Lichfield sayısal verilerden hareket ederek izolasyon politikasının muhtemelen geçici olmadığını, kalıcı bir yeni sosyallik halini alabileceğini, virüs ile mücadelenin yeni yönetim biçimleri dayatacağını söylüyor:

"Bu gibi tedbirlere adapte olacak ve kabulleneceğiz, aynen 11 Eylül sonrası havaalanlarında yaygınlaşan katı güvenlik taramalarına adapte olduğumuz gibi. Her şeyimize burnunu sokan gözetim sistemi, başka insanlarla bir araya gelme özgürlüğümüz için ödediğimiz küçük bir bedel gibi görünmeye başlayacak."[1]

Bu kötümser ve ürkütücü makale, bu yeni izolasyonun kalıcı yeni toplumsallık biçimi olabileceğinden hareketle, yeni bir küresel otoriter siyasal rejimin yürürlüğe gireceğini öngörüyor. Üstelik, bu bize rağmen olmayacak, bizlerin arzusu ve rızası ile olacak. Yani özgürlüğümüzü ve hayatlarımız, tarihimiz üzerindeki irademizi, hayatta kalma arzumuz ile değiş tokuş edeceğiz, kendi rızamız ile.

Düşünülemez olan başımıza gelince onu hızla normalleştiriyoruz diyor öte yandan Funda Başaran bu durumla ilgili yazısında:

"… görünen o ki akıldan uzak tutulan, gerçekleştiği andan itibaren hızla normalleşiyor. Yani mümkün olanı, olamayacak bir şey olarak akıldan uzak tutma ile olduğu andan itibaren de hızla normalleştirme durumu arasında bir ilişki var (…) Bu sürekli yinelenme sürecinde ise yaşamımızın nasıl değişiyor olduğu, nasıl dönüşüyor olduğu ve bu değişim-dönüşüme nasıl dahil olmak, nasıl müdahale etmek gerektiğini düşünmekten alıkonuyoruz."[2]

Alıkonuyoruz, zira hayatta kalma dürtümüz ve arzumuzun ötesinde hiçbir şeyi düşünmemiz istenmiyor. Evde kalmaktan uyuşmuş zihinlerimizle bu vaziyeti kabule dünden hazır gibiyiz bir yandan… Düşünülemez olanı düşünmeye çalışmaktansa birilerine irademizi havale ediyoruz, zira bu yeni durum ile ilgili bir şey bilmediğimiz gibi, bugüne bizi hazırlayan hiçbir donanımımız da yok. Savaş geçirmiş bir nesil bile bu yeni vaziyeti anlamakta güçlük çekiyor. Tepemize bombalar yağmıyor, kıtlık yok, e biz neden evlere hapsoluyoruz, anlayamıyorlar. Peki ne zamana kadar sürecek bu kapanma? Hiçbirimiz bilmiyoruz. Bizden daha bilgili olması gereken bilim insanları da bilemiyor. O zaman bastıran toplumsal huzursuzluk ve depresyon ile tek başa çıkma yolu olarak internet üzerinden kurduğumuz oyalanma araçlarını (oyunlar, videolar, filmler) ve sanal alan ile gerçek olanının geçişliliğini sağlayan sosyal medya sosyalliklerini görüyoruz şimdilik… Fakat bu yetersiz kalacak: zira bu anksiyete sadece eve kapanmaktan kaynaklı bir anksiyete değil. Modernliğin bize vaadi olan öznelliğimizin kendi elcağızımız ile öldürüldüğü bir yeni varoluşa, bir yeni ahlâka geçme huzursuzluğu bu. Artık yaşamlarımız, hiç anlamadığımız bir dille konuşan doktorlara ve onların söylediklerini, her gün özgürlüklerimizi ve karar alma kapasitemizi daha da kısıtlayan yasalarla ülkeleri yönetmek için kullanan bir yönetici kadroya emanet.

Buna razıydık en başta, ölümlerden bizi kurtarsınlar yeterdi… Bütün tartışma, istisna halinin yasa haline geldiği ve doğallaştığı rejimlerin nasıl işlediğini hatırlatan Agamben’in İtalya’dan attığı o kısacık çığlık/yazı ile başladı ve Agamben çalakalem yazdığı o yazısında[3], canıyla uğraşan bizleri sinirlendirdi: insanlar ölüyor, bu adam da salgını ve ölümleri küçümseyerek, hatta yok sayarak, rejimin otoriterleşmek için salgını bahane ettiğini söylüyor, bize istisna hali rejimi oluşturulmakta diyor, bırak da önce doktorlar konuşsun, ey filozof… Böyle denilerek çok eleştirildi Agamben. Yeni bir durum yaşandığı, bu durumun ne savaş haline, ne de geçmişteki salgınlara benzediği söylenerek, bu yeni durumu eski kavramlarımıza tercüme etmekle, tıkıştırmaya çalışmakla suçlandı Agamben ve onun gibi eleştirel bir şeyler yazmaya başlayan düşünürler, toplumbilimciler. Agamben sadece felsefe dünyası dışından olanlarca değil, kadim dostu düşünür Jean-Luc Nancy[4] tarafından da, bu acele ve biraz da yüzeysel şekilde yazılmış feryadı sebebiyle, oldukça eleştirildi. Hastalık hakkında ne bildiğimizi bile bilmeden ve nüfusun yaşlandığı ve ömrün uzadığı bir demografik durumu hesaba katmadan hemen bildik kavramlara merceğimizi tıkıştırmak olarak yorumlandı yaptığı. Agamben de bunlara cevaben yazdığı bir ikinci yazıda çok önemsememiz gereken o temel felsefi soruyu sordu : “Ülkeyi felç eden panik dalgasının gösterdiği ilk şey toplumumuzun artık çıplak hayattan başka bir şeye inanmadığıdır. (…) Ve hayatta kalmaktan başka ahlâki değeri olmayan bir toplum nedir?”[5] 

Bu soru, toplumsal öznelliğin yok edilmesine bir itiraz sorusudur. Hayatta kalma kaygısını özgürlük ve tarihselliğin yerine koyduğumuzda, bir insan topluluğunun bütün öznelliğini yok ederiz. Alain Touraine’i anımsamamam mümkün değil –onun laboratuvarında yetişmiş bir sosyolog olarak. Touraine sosyolojisinde toplumsal hareketler ve aktörler, öznellikleri üzerinden anlaşılmaya çalışılır.[6] Modern düşüncede öznellik, tarihe bir yön verme arzu ve iradesi ile tanımlanır. Öznellik meselesine yapılan bu vurgu, Touraineci yaklaşım ile yapılan toplum analizlerini diğer toplumsal hareket sosyolojilerinden ayıran en önemli unsurdur. Buna neden giriyorum bu yazıda? Sebebi, bu salgının tam da toplumsal hareketlerin yükselişe geçtiği bir dönemde dünya halklarının başına gelmiş olması. Bu mesele bir sosyolog olarak kafamı kurcalıyor. Toplumsal hareket, öznelliği sorun edinen bu sosyolojik mercekte tarihsel değişimin aktörüdür. Ben bu merceği önemsiyorum. Öznellik odaklı bu bakışı hep bir kenarda tutmak gerektiğine kaniyim, toplumsal hareketleri tarihsel dönüşümün bir aktörü olarak analiz edebilmek için. Zira toplumsal hareketler yalnızca siyasal rejimlerin ve tarihsel durumun sunduğu fırsatlar, aktörlerin kullanabildiği/erişebildiği kaynakların mobilizasyonu ve eylem repertuvarlarına odaklı analizlerle anlaşılamazlar: çünkü toplumsal aktörler verili yapılar ve çerçeveler içinde, minik çatlaklardan sızarak örgütlendikleri kadar, o çerçeveyi ve yapıları sorgulamak ve aşmak için bir öznellik oluşturabildikleri oranda büyük ve derin tarihsel dönüşümlere sebep olurlar. Bu ise gündelik somut talepler için (maaş dilimlerine, emeklilik reformuna, üniversite ve araştırmanın işlevselliğe indirgenmesine, sağlık sistemindeki “reformlar”a ve benzerlerine itiraz) sokağa inerek eylem yaparken, bunun bir ötesini de görmeyi gerektirir: Somut talebin ötesinde bir tarihselliği tanımlamayı, düşünmeyi gerektirir, tarihe yön verecek makro bir toplumsal kavrayış ister.

Yani bir acil durum sebebiyle aniden kurulan bir sistemde, çaresizce rıza gösterdikleri cendereyi yaşayan aktörler, bu cenderenin sebebi toplu ölümlere sebep olan bir kriz ile başa çıkmak mecburiyeti de olsa, illa ki hayatta kalma güdüsü ile tek tip bir politikaya boyun eğmeyebilirler bir noktadan sonra. Hatta söz konusu krizin yönetiminde söz sahibi olma arzusu ve iradesini geliştirebilirler. Öznelliklerinin sıfıra indirilmesine karşı seslerini yükselterek, farklı bir tarihsellik talebiyle gelebilirler siyasal sahneye. Kriz anları, aynı zamanda toplumsal kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı anlardır tarihte. Naomi Klein bunu hatırlatıyor bize:  “Kriz anlarında o âna kadar imkânsız görünen fikirler bir anda mümkün hale gelirler.” Korona kapitalizmini alt etmenin yolunu tartıştığı, internet ağlarında kısa zamanda yayılan video kaydında Klein[7], “Savaş, terör, doğal afet veya salgın gibi durumların ertesinde hükümetler halkın şaşkınlığını fırsat bilerek demokrasiyi askıya alır,” diyerek bu hususta 2008 krizinden beri uyardığını hatırlatıyor. Ama Şok Doktrini[8] kitabında tarihsel şokların illa ki bu yönde ilerlemesinin mecburi olmadığını söyler Klein: Bir yandan da bu krizler bir evrimsel sıçrama zamanlarıdır ona göre. “Hikayenin sonu henüz yazılmadı,” derken, farklı bir sıçrama için çalışmakta olan toplumsal hareketlerin varlığını müjdeliyor bize: “Trump’ın fikirlerini biliyoruz ama bizlerin başka fikirleri var.”

Toplumsal hareketler, grevler ve dijital toplumsal müzakere

Gerçekten de dünyanın çeşitli bölgelerinde bir süredir başka fikirler dolanıyor: Yeniden bir öznellik talebi yürürlükte. En başta bu öznellik savunusu, bir süredir sessiz kalan ya da rutinleşen örgütsel direnişlerden ayrı, farklı ülkelerde ortaya çıkan yeni kitlesel sokak ve meydan hareketlerinin yatay direniş pratiklerinde kendini gösterdi.

Fransa örneğine odaklanmak istiyorum. Hem içinde bulunduğum ülke olmasından dolayı, hem de son dönemde yükselen direnişlerin sahnesi olup, salgının vurduğu ülkelerden olduğu için. Yatay direnişlerin bir geç dalgası Fransa’yı geçen sene sarstı. Sarı Yelekliler hareketi, farklı siyasal fikirlerden yurttaşların, siyasal sahnede var olan örgütlerden ayrı (hatta zaman zaman onlara karşı), yatay bir örgütlenme ile bir araya geldiği, ülke ölçeğinde uzun soluklu ve taşra kökenli bir ayaklanma olarak Fransa toplumsal tarihine geçti. Hareket zaman zaman tenhalaşsa da bir sene kesintisiz her cumartesi kent merkezlerinde yaptığı yürüyüşlerle kendisini hiç unutturmadı. Sarı Yelek yürüyüşlerinde sık sık sağcı sloganlar atılması sebebiyle sendikalar ve sol aktörler sıklıkla mesafeli durmayı seçti, birçok aydın da Sarı Yelekliler hareketine eleştirel yaklaştı. Fakat zaman geçip hareketin etkisi daha dikkatli gözlenmeye başlandıkça, bu taşra ağırlıklı hareketin esasında bir sınıfsal/coğrafi dışlanmışlığın ifadesi olduğu anlaşıldı. Sembolik kodların analizine sıkışan değerlendirmeler sağcı sloganlara ve sembollere odaklanırken, hareketin neo-liberalizmin dışladığı insanların, sol yapılarda ifadesini bulamayan ezilmişliklerini, ekmek kaygılarını ifade etmek için başlattıkları bir ortak isyan olduğunu gözden kaçırdılar. Bunun en büyük ispatı ise bir senenin sonunda, Macron hükümetinin emeklilik reformuna karşı sendikal direniş başladığında, sarı yelek direnişinin de onlara katılımı oldu. Sokaktaki kalabalık, iki direnişin yan yanalığı, iç içe geçmesi ile arttı. Sembolik alanın farklı sloganları ve şarkıları birbirinin içine geçti ve uzun süre sendikaları ve siyasal partileri reddetmiş Sarı Yelekliler hareketi ile sendikal direniş, bazı hareket mensuplarının itirazına rağmen, yan yana ve omuz omuza direnmeye başladı. Burada dikkate değer olan, neo-liberal kapitalizmin prekarizasyon (güvencesizleşme) dayatmasına karşı mücadele eden farklı kavgaların yan yana olabilmesiydi. Orta sınıflar ve işçi sınıfı yan yana geldi: Akademisyenler, demiryolu çalışanları, basın ve diğer birçok sektördeki emekçiler yan yana mücadeleyi örgütleyerek ulusal genel greve gittiler. Aylarca ulusal ve yerel grev koordinasyon toplantılarında, farklı mesleklerin grev planlamalarında ve atölyelerde prekarizasyon ve reform paketleri üzerine fikirler geliştirilip tartışıldı, raporlar hazırlandı. Güvencesiz iş koşullarının ekonomik sürdürülemezliği üzerine bildiriler yazıldı, çalışmalar yapıldı, farklı/sürdürülebilir reform önerileri hazırlanarak hükümete sunuldu. Bu hummalı çalışmalara aynı zamanda haftada en az iki-üç sokak gösterisi ve yürüyüş eşlik ediyordu.

Fransa’da son dönemde sokaklar boşalmıyordu. Bu son aylardaki grev yürüyüşlerinde Sarı Yelekliler, sendikalar, çevre hareketleri ve farklı kadın hareketleri ortak mücadele için sokağa indiler. Bu yürüyüşlerin geçmişteki sendikal yürüyüşlerden en büyük farkı, polisin Sarı Yelekliler hareketi döneminde iyice kemikleşen sert müdahale geleneğinin icabetini neredeyse haftada iki-üç kez kent merkezlerinde sahnelemesiydi. Paris, Bordeaux, Marsilya, Lyon, Toulouse ve diğer birçok kentin cadde ve meydanları sık sık göz yaşartıcı gaz altında, polis ve göstericilerin çatışmalarına sahne olmaya başladı. Sokaktaki gaz kanıksanmış, gündelik hayat, sokak gösterileri ve her hafta yapılan grev toplantıları ile iç içe akar olmuştu.

Greve bir süre sonra üniversite ve akademik araştırma kurumları da katıldı. Birçok araştırma merkezi, laboratuvar ve üniversite, hükümetin reform tasarılarına karşı greve destek bildirileri yayımladı.[9]Grevin bu akademik ayağında, direnişi uluslararası boyuta taşıma çabaları başlamıştı. Türkiyeli Barış Akademisyenleri Fransa’daki grevcilerin ilan ettiği 5 Mart “Üniversitenin ölümü” gününde üniversite için helva kavurup kent merkezinde dağıtarak, KHK’lara karşı eylemlerde Fransız akademisyenlerin grevine selam göndererek direnişe destek verdiler. Fransa’da greve giren üniversitelerde durdurulan dersler yerine açılan alternatif atölye ve seminerlerin verildiği “açık üniversite”lerde, Türkiye’de Barış Akademisyenleri’nin kurduğu Dayanışma Akademileri’nin tecrübeleri aktarıldı. Fransa grev koordinasyonundan yoldaşları da bir video ile Barış Akademisyenleri’ne destek ilettiler.[10] İngiltere’de Üniversite ve Kolej Sendikası’na bağlı (University and College Union) 74 üniversite Fransa ile aynı zamanlarda greve girdi[11], Almanya’da ise Bilimde İyi Emek Ağı (Netzwerk für Gute Arbeit in der Wissenschaft) üyesi akademisyenler sembolik olarak üniversitenin ölümü gününde ekran kararttılar. Akademik mücadelenin uluslararası boyutunun geliştirilebilmesi için Fransa’da ulusal koordinasyon toplantısında bir komisyon kurulması tartışıldı. Uluslararasılaşmadan daha önemli olan ise mesleklerarası mücadelenin ifadesi olarak genel grevlerin ve eylemlerin gitgide yerleşmesiydi.

Özetlemek gerekirse Fransa’da covid-19 salgınına bir önlem olarak getirilen sokağa çıkma yasağı, toplumsal hareket ve direniş tarihi açısından önemli bir dönemece denk geldi. Sokağa çıkma yasağının hemen öncesindeki cumartesi, Sarı Yeleklilerin uzun bir aradan sonra epey kalabalık bir biçimde Paris sokaklarına çıkışına ve polisle çatışmalarına tanık oldu. On gün öncesinde ise Fransa’nın farklı üniversitelerinden gelmiş yüzlerce kişinin katılımı ile havasız salonlarda ulusal akademik grev koordinasyon toplantıları yapılıyor, gitgide ilerleyen covid-19 salgınına karşı geliştirilen önlemlere dikkat edilmeye çalışılmasına rağmen, kolektivist işleyişin sonucunda muhtemelen epey virüs oradan oraya taşınıyordu… Virüsün ilk yaygın olarak görüldüğü yer olan Mulhouse bölgesinden gelen akademisyenler yüzlerinde maskeler ile bu toplantılara katılıyorlar, eylem ve yürüyüşlerde aktif olarak yer alıyorlardı. Sonra sokağa çıkma yasağı ile beraber herkes evine girdi, sokaklar, meydanlar ve hatta toplantı salonları terk edildi. Herkes ürktü, yayabileceği virüsün bilgisi ile tamamen eve kapandı.

İşte şimdi o kapatılma dönemindeyiz. Kapatmadan önceki dönemde alınan direniş ve eylem kararlarının hepsi yeni dönemde sorunlu olarak yeniden gözden geçirildi. Kapatma öncesinde her ne kadar önlem alınması bekleniyorduysa da, “biz İtalya olmayacağız”dı. Kimse çok da fazla salgın ile ilgilenmiyordu, mevzu başkaydı… Bu sebeple hazırlıksız yakalanılmıştı. Karar alma toplantıları, hükümete baskı yapılacak grev eylemleri, sokak gösterileri… Bilinen direniş dili ve örgütlemesine büyük bir sekte vurulmuş oldu: Sokaklar artık boş, grev örgütleme alanları iptaldi.

Birkaç gün -hatta bir hafta- duraksamadan sonra ivedilikle dijital ağlar ve platformlar üzerinden yeniden tartışma ortamları oluşturma çabasına girişme zorunluluğu böylece ortaya çıkmış oldu. Aynı Naomi Klein’ın dediği gibi, bu kriz ânı yeni bir direniş pratiği örgütlemeyi zorunlu kılınca, dijital müzakere üzerinden yeni bir düşünsellik geliştirme zorunluluğu doğdu. Sağlık Bakanlığı’nın bütün önlem ve kurallarına harfiyen uyma kararı alan grev koordinasyon komiteleri, direnişten vazgeçmemek için dijital ortamda toplantılar örgütleyince, ilk yaptıkları bu yeni olağanüstü halin işleyişini ve Sağlık Bakanlığı’nın kararlarının işleyişini sorgulamaya başlamak oldu. Sağlık önlemlerinin eşitsizliğini eleştiren ortak bildiriler yayımlanırken, olağanüstü halin arkasına saklanarak yapılan bazı siyasal ve yasal hamlelere karşı toplumsal direniş imkânları araştırılmaya başlandı. Kaygı aynıydı: Otoriterleşen neo-liberal kapitalizme direniş, ama artık sokaklar onların değildi. O zaman yeni pratikler, yeni bir dil, yeni bir etkileşim gerekti.

Burada önemli bir şeyin altını tekrar çizmek gerekir: Salgın ile mücadele olağanüstü halinin meşrulaştırdığı otoriterleşmiş yönetimlere karşı dijital örgütlenme ve düşünsellik, bir önceki dönemin direnişleri ile devamlılık içinde kuruluyor. Bunun en önemli ayağı ise sağlık çalışanlarının direnişi. Bu direnişin ucu Nicolas Sarkozy’nin başkanlık dönemi olan 2009’a kadar uzanır. 28 Nisan 2009 günü, bütün hastane çalışanlarının sendikalarının katıldığı büyük bir yürüyüşle, hastane reformu yasa tasarısı ile kamu hastanelerinin şirketleşme mantığına peşkeş çekilmesi protesto edilmişti. Bütün itirazlara rağmen yürürlüğe giren “sağlık reformu”, tam da buna direnen sağlık personelinin öngördüğü ve uyardığı gibi, hastanelerin kapasitesini ve olanaklarını, verimlilik adı altında gitgide fakirleştirdi. Sağlık çalışanları direnişi on yıldır sürüyor ve bu gidişata karşı yaptıkları eylemlerde sık sık polis şiddeti ve politikacıların onlara yönelik aşağılayıcı ifadeleriyle de mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu mücadele tarihi, sağlık çalışanlarının “cephenin önünde savaşan askerler” olarak bizzat Macron tarafından tanımlandıkları covid-19 ile mücadele günlerinde sık sık anılır oldu. Fransa salgın ile mücadelede hastanelerinin yetersizliği sebebiyle, geç bir dönemde virüs ile karşılaşılmış olmasına rağmen çokça kayıp veriyor. Hatta ekonomik tasarruf paketleri ile hastaneleri neredeyse çökertilmiş olan İtalya’yı ölüm rakamlarında yakalamasından korkulur hale geldi. Sağlık çalışanları her akşam saat 20:00’de bütün ülkenin balkonlarından alkışlanır ve ulusal kahraman ilan edilirlerken, uykusuz, ümitsiz ve bitkin doktorlar ve hasta bakıcılar “bize alkış değil donanım verin” diyorlar. On yıldır yaptıkları mücadelenin bir anda herkesçe duyulduğu günler bunlar. Bir musibet bin nasihat meselesi.

İşte bu yeni dönemde dijital ağlara çekilen direnişler, dijital-öncesi direnişlerin tespit ve kararlarını, bütün nüfusun hayat ile temas kurduğu o ağlar üzerinden yaymaya çalışıyorlar. Ulusal grevin bir diğer önemli ayağı akademik direniş ise yine aynı dönemde (2009) örgütlenen üniversite işgalleri ve grevlerine referansla bugün kendisine yol açıyor. Akademisyenler ve diğer eğitim çalışanları, salgınla mücadele ve kapatma döneminde uygulamaya geçilen uzaktan eğitimin sosyal eşitsizlikleri yeniden üreten karakterini dijital ortamda tartışıyorlar, eğitim verilen ağlara eşit koşullarda ulaşım imkânı olmayan öğrencileri eğitimden mahrum bırakması sebebiyle uzaktan eğitimi sorguluyorlar. Tamamen aynı hatta devam etmese de, bir ölçüde 2020 direnişleri 2009 çizgisi ile, aynı tarihselliği paylaşması açısından bir devamlılık içinde. Bu salgın döneminde sokaklar ve müzakere alanları kapandığı için, dijital ortamın imkânlarını direnişi yaymak için kullanmaya çalışıyorlar.

Bu çabanın bir sonucu olarak beklenen haber 26 Mart günü çıktı: bir aylık bir grev uyarısı. Grev çağrısında, CGT’ye (Genel Emek Konfederasyonu - Confédération générale du Travail) bağlı Kamu Hizmetleri Federasyonu covid-19 salgınına karşı alınan önlemler bahane edilerek kamu hizmetlerindeki bir birimin (les agents des services publics) greve gideceğini duyurdu. 1-30 Nisan tarihleri arasında gerçekleşmek üzere bir grev ön-uyarısı verdi, taleplerin müzakeresine açık olduklarını bildirdi. Kapatma günlerinde ilk grev uyarısı gelmiş oldu.

Birçok düşünür salgının dayattığı sağlık önlemlerinin sosyal izolasyonu dayattığını, bu sebeple kolektif eylemlerin yok olacağını tartışadursunlar, Fransa’da daha birkaç hafta önce omuz omuza ve dip dibe sokakta olanlar, bugün izole oldukları evlerden dijital platformlarda yeni eylemliliğin ve örgütlülüğün olanaklarını araştırıyorlar. Teknolojinin olanakları sadece gözetim toplumu ve otoriter pratikler kurmak için iktidarlarca kullanılmıyor. Aynı imkânlar direniş pratiklerinin imkânlarını araştıranlarca da zorlanıyor. Her hafta yapılan grev toplantıları için yeni dijital platformlar kuruldu bile. Agamben’in dediği şekilde “çıplak hayat”a inanan, canını kurtarmaya çalışanlardan oluşan bir toplumun yurttaşları bile, o çıplak hayatın eşit olarak dağıtılamadığını görünce izole edildikleri evlerden sorgulamalarını yapıyorlar. Fakat tarihe müdahale aynı zamanda tarihsel bir perspektif gerektirir: Bundan sonrası için ne istiyoruz, nasıl bir toplum istiyoruz ? Bu soruların cevabı, mücadelelerin ortaklaşması ile verilmeye başlanmıştı. Salgın ve kapatma ile bu ortaklık, müzakere ve örgütlenme alanını kaybetmiş gibiydi. Fransa örneğinde şunu görebiliyoruz: Sıkıştığı yerden, toplumsal direnişin müzakere alanları dijitalize oluyor (mecburen). Sokaklar tamamen gözden çıkarılmış değil hâlâ, bunun bir geçici dönem olduğu düşünülerek dijital örgütlenmeler devam ediyor. Mesele, eğer bu dönem uzarsa neler olacağı…

2020 salgın döneminin direnişin dijital küreselleşmesine mi, yoksa dijital gözetim toplumunun otoriterleşmesine mi sahne olacağını beraber göreceğiz. Sadece gözlemlediğim odur ki, direniş sahnesinde henüz perde inmedi. Paris’te sokağa çıkma yasağı ile kepengini kapatmış bir dükkânın vitrininde yazdığı gibi:

“Kepengi indiririz ama boyun eğmeyiz.”

[1] Gideon Lichfield, “Koronavirüs sonrası normale dönüş olmayacak”, Dünyadançeviri, 21 Mart 2021, https://dunyadanceviri.wordpress.com/2020/03/21/koronavirus-sonrasi-norm...

[2] Funda Başaran, “Birbirimize sokağa çıkmama çağrısı yaparken…”, GazeteDuvar, 20 Mart 2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/03/20/birbirimize-sokaga-ci...

[3] Giorgio Agamben, “Covid-19: gerekçesiz bir acil durumun yarattığı istisna hali”, çev. Öznur Karakaş, terrabayt, 27 Şubat 2020, https://terrabayt.com/dusunce/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarat...

[4] Jean-Luc Nancy, “Viral istisna”, çev. Koray Kırmızısakal, Öznur Karakaş, 13 Mart 2020, https://terrabayt.com/dusunce/viral-istisna/

[5] Giorgio Agamben, “Açıklamalar” çev. Elif Başak Aslanoğlu, Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi, 18 Mart 2020, http://uni-versus.org/2020/03/18/ceviri-agamben-mart2020/?fbclid=IwAR1k2...

[6] Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1994.

[7] https://www.youtube.com/watch?v=_4FIRMdX-oI&feature=share&fbclid=IwAR102...

[8] Naomi Klein, Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010.

[9] Greve katılan bilim kurumları, üniversite ve laboratuvarların listesi ve bildirileri için bkz: https://universiteouverte.org/2020/01/14/liste-des-facs-et-labos-en-lutte/

[10] https://twitter.com/unipourlapaix/status/1236308947981742081

[11] https://www.ucu.org.uk/heaction-live

Kaynak: https://www.birikimdergisi.com/guncel/10004/kepengi-indiririz-ama-boyun-...