Kıvanç Ersoy’la söyleşi: Asıl biz Türkiye’yiz ne hakla 301’den yargılıyorsunuz

Yazar / Referans: 
sendika.org
Tarih: 
29.04.2016

Sendika.Org, Barış için Akademisyenler dosyasına röportajlarla devam ediyor. Bu defa konuğumuz Doç. Dr. Kıvanç Ersoy. Ersoy, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı için Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Meral Camcı ile birlikte tutuklanan ve 22 Nisan’da “Adalet Şöleni” ile tahliye olan dört akademisyen arasındaydı.Tutuklanması nedeniyle uzak kaldığı Mimar Sinan Üniversitesi Bomonti Kampusü’nde buluştuğumuz Ersoy ile Barış için Akademisyenler’in mücadelesini, savunmasında da vurgu yaptığı “aydın sorumluluğu”nu, üniversite mücadelesini ve iktidarın hukuku ve ceza sistemini nasıl kullandığını konuştuk.

Ben şöyle düşünmüyorum: “Eskiden büyük sözler söylüyorduk, işte dünya halklarının kardeşliğini savunuyorduk sonradan kendi derdimize düştük”. Böyle algılamamak gerekir. Bazen kendi derdine düşmek, kendi haklarını savunmak, bütün hak ihlallerini yaratan büyük bir iktidarı çok zayıf düşürecek bir şey olabilir.

Sadece biz diploma aldık diye, akademisyen olduk diye aydın değildik. Biz akademisyendik. Bu bildiri ile birlikte bir sorumluluk aldık. Ve politik bir süreç yaşadık. Saldırıya uğradık ve sözümüzün arkasında durduk. Bu anda aydın olduk aslında.

Savunmada asıl “Biz Türkiye’yiz”demiş oldum. Bu aslında, bizi o zaman başka bir maddeden yargılıyorlardı, sonra 301’e çevirdiler, peşinen yapılmış bir deklarasyon olarak kabul edilmelidir bence. “Biz Türkiye’yiz, ne hakla beni 301’den yargılıyorsun” demek lazım.

Bizler böyle davranırsak, tabii ki barış kazanacak, demokrasi kazanacak, barış bu ülkeye gelecek. İleride bu sözü tekrar okuduğumda barışın gelmiş olmasını diliyorum.

Sendika.Org: Barış için Akademisyenler’in (BAK) 11 Ocak’ta yayımladığı “Bu suça ortak olmayacağız” imza metninin ardından iktidar eliyle imzacı akademisyenlere yöneltilen, tehditler, soruşturmalar ve işten atmalarla ilerleyen sistematik bir saldırı ile karşılaştık. 10 Mart’ta yaptığınız açıklamada bir yandan sözünüzün arkasında olduğunuzu belirtiyor ve akademik nöbetler dahil olmak üzere mücadelenizin çeşitli biçimlerde devam edeceğinizi duyuruyor, diğer yandan ise üniversitelerde yaşanan hak ihlallerine karşı dayanışma içinde mücadele edeceğinizi söylüyordunuz. Bu açıklamayı Barış için Akademisyenler adına okuyan 4 akademisyenin tutuklanması ile gelişen süreç tutuklu akademisyenlerin davasını bir toplumsal davaya dönüştürdü. Yaşananlar, BAK’ın mücadelesini nasıl etkiledi? Bu sürece dönüp baktığımızda, savaş politikalarına karşı mücadele ile politik özgürlükler ve akademik özgürlük mücadelesinin arasındaki bağlantıyı nasıl okuyabiliriz?

kivanc-ersoy-26-nisan-2

Kıvanç Ersoy: Evet 10 Mart’ta yaptığımız basın açıklamasının nedeni bir arada durduğumuzu göstermekti. Çünkü buna ihtiyaç vardı. Arkadaşlarımız üniversiteden atılıyor, soruşturma geçiriyor, ceza alıyordu. Taşra kentlerindeki arkadaşlarımız hedef gösterildiler, üniversitelerin kapısına resimleri asıldı. 7 imzacının olduğu bir üniversite 650, “kendine akademisyen diyen” kişi imzacılar için “Bu kişileri istemiyoruz” diye imza topladı. Asgari insani değerlerle bile bağdaşmayan bir tutum aldı. Biz 10 Mart’ta dedik ki “Biz imzacılar olarak tüm mağdur arkadaşlarımızla dayanışma içindeyiz, yan yanayız ve imzacı akademisyenlerin işten atıldığı üniversiteler önünde açık dersler yapacağız. Bir yandan da barış sözümüzün arkasındayız. Bu sözü söylemeye devam edeceğiz. Bunun için akademik nöbetler yapacağız”. İddianamede bu, devlete “halen” meydan okuyabildiğimizi göstermek olarak yorumlandı. “Halen” sözü ile orada zihniyet ortaya çıkıyor. “Halen” demek, “Biz bu kadar şey yaptık, sizin üstünüze geldik saldırdık, hedef gösterdik, cezalar verdik halen aynı yerde duruyorsunuz” demekti. Yani bütün o gayrimeşru olan hedef göstermeleri, şiddet çağrılarını, henüz sonuçlanmamış soruşturmaları ve işten atmaları, hak ihlallerini bizi sözümüzden vazgeçirmenin araçları olarak tarif ettiler, “halen” sözü ile.

Sun Tzu, üç bin sene önce şunu söylemiş, politikaya uyarlamak da mümkün: “Karşı tarafın en zayıf olduğu yere güçlerin en irisini koymak”. Ben şöyle düşünmüyorum: “Biz eskiden barış diyorduk sonradan dayanışmaya evrildi”. Karşı taraftan ya da iyi niyetle bu taraftan bu şekilde yapılan değerlendirmelerin yanlış olduğunu düşünüyorum.

Siyaset seni hangi minvalde söz söylemeye iterse ve o sözün arkasında doğru bir şekilde durup o sözün kitleselleşmesini sağlayacaksan onu söylemek önemlidir. Şöyle düşünmüyorum: “Eskiden büyük sözler söylüyorduk, işte dünya halklarının kardeşliğini savunuyorduk sonradan kendi derdimize düştük”. Böyle algılamamak gerekir. Bazen kendi derdine düşmek, kendi haklarını savunmak, bütün hak ihlallerini yaratan büyük bir iktidarı çok zayıf düşürecek bir şey olabilir. İşten atılan arkadaşlarımızın olduğu dönemde o arkadaşlarımızı işe geri alma mücadelesini barış mücadelesinden ayırmadık, ayırmamalıydık da. Çünkü o da iktidara karşı politik mücadelenin bir cephesiydi. Orada da kazanılacak zafer, gene barış mücadelesini ciddi olarak etkileyecekti. Bizim akademisyen konumumuzdan kaynaklı halk kitlelerinin -örneğin CHP kitlesi bize çok olumlu baktı çok destek verdi- bize yöneltilen bu haksızlığı daha çarpıcı, vurgulu biçimde hissetmesini sağlamak da barış mücadelesine çok önemli bir katkıdır. Marx’ın çok güzel bir sözü var; “Teori kitlelerce kucaklandığında dünyayı değiştirecek bir güç haline gelir.” Yani biz, “Biz bir söz söyleriz, bir düşünce üretiriz, o söz bir şeyleri değiştirir” diye bakmıyoruz. “Bu söz ancak kitlelerce sahiplenildiğinde dünyayı değiştirecek bir güç haline gelir” diye bakıyoruz.

Biz barış demeye devam ettik, savunmalarımız da bunu gösteriyordu. Bir yandan da barış mücadelesinin bir cephesi, bir aracı olarak birbirimiz dayanışma konusunu işlemeye devam ettik. Bunun en güzel örneği şudur: Bir işyerinde bir grev olur, grevci işçiler işten atılır. Sonra işten atılan işçilerle dayanışma o grevin kazanmasının, o grevin taleplerinin kazanılmasının bir aracı olabilir. O dayanışma daha fazla kişiyi örgütlediği için, belki daha önceden grevin taleplerine katılmayan kişiler arkadaşlarıyla dayanışma için orada oldukları için grevin taleplerinden daha fazlası da kazanılabilir. Biz sözümüzün hep arkasında durduk ve hep de arkasında durmaya devam edeceğiz. Bir yandan da siyaset neyi yapmamızı gerektiriyorsa ve nasıl yapmamız daha doğru olacaksa orada olmak, onu yapmak gerekiyordu. Ve bu süreçten başarıyla çıktığımızı düşünüyorum. Barış için Akademisyenler’in bu süreçten galip çıktığını düşünüyorum. Bize karşı iddianame hazırlayanların mağlup olduğunu düşünüyorum. Bizi hedef gösterenlerin barış sözünün bu kadar kitleselleşmesi sonucunu hiç beklemediklerini düşünüyorum. Bunu bekleselerdi eğer bu sözü bu kadar politikleştirmeyi göze almazlardı.

Ben 2002 yılında asistan oldum. Tüm imza kampanyalarına imza attım, hiçbiri bu kadar kitleselleşmedi. Bunu kitleselleştiren iki temel neden var. Birincisi savaşın yarattığı vicdanları yaralayan hal. Yani buzdolabında saklanan çocuk bedenleri, yaralı çocuklarını almaya giden eli beyaz bayraklı anneler, ekmek almaya giderken vurulan 70 yaşındaki dedeler. Bunların vicdanlarda yarattığı duygu, bir öfke seli. İkincisi de bizlerin hedef gösterilmesi ile açığa çıkan büyük bir tepki.

Bizim 1128 imza ile 11 Ocak’ta açıkladığımız metnin imza sayısı cumhurbaşkanının hedef göstermesinden, “karanlıksınız karanlık”, “aydın müsveddeleri” sözlerinden sonra 2212 kişiye çıktı. Bu da gerçekten Marx’ın söz ettiği teorinin, doğru düşüncelerin kitlelerce kucaklaşmasına somut bir örnek oldu. Barış mücadelesinin kitleselleşmesine araç oldu. İkinci nesil imzacılar sadece ifade özgürlüğünü savunmadılar, barış sözünü söylemeye devam ettiler imza atarak. Bu nedenle şu planımız vardı, şu açıklamayı yapacaktık, şuraya gidecektik, arkadaşlarımız işten atıldı, soruşturmaya uğradı, tutuklandık yapamadık vs. demiyorum. Olabilir. Bir futbol maçında da top senin ceza sahana dönebilir. Önemli olan onu oradan geri çevirmektir, gol atmaktır. Bizim de iyi bir maç çıkardığımızı düşünüyorum.

Sizlerin imzanızın ve barış sözünün arkasında durması aynı zamanda arkasında saflaşılacak bir direnç noktası da oluşturdu. Özgürlük nöbetleri ile devam eden süreçte, yargılanmanız bir toplumsal dava konusu haline geldi. Dışarıda örülen dayanışma içeriye nasıl yansıdı? Ve geriye dönüp baktığınızda Barış için Akademisyenler’in tutumunun tetiklediği ve farklı toplumsal kesimleri de kapsayan  bir arada durma ve ortak mücadele etme eğilimini nasıl yorumluyorsunuz?

kivanc-ersoy-26-nisan

Önce kişisel olarak söylersem içerideki bir insan olarak dayanışmanın bana iyi gelmemesi mümkün değil. Dışarıda bekleyen arkadaşlar bana güç verdi. Tecritteyken de biliyordum ki aslında tecritte değilim. Dışarıda insanlar var. Daha önce kendini o konumda görmemiş akademisyenler, böyle bir sürecin içinde yer almamış kendi öğrencilerim geldiler. Çeşitli meslek gruplardan insanlar bizleri sahiplendi. Barış için Turizmciler, Barış için Muhasebeciler,  Doktorlar,  Mühendisler diye gruplar kurdular. En son Barış için Herkes oldu. Barış için yapılması gereken de bir anlamda herkes olmak zaten. Bu süreçte bu dayanışma şunu gösterdi: Barış sözü kitleselleşti, kitleler meşru bir şekilde tıpkı Gezi’deki gibi, kendilerini çok meşru ve haklı gördükleri için sokağa çıktılar, nöbetlere katıldılar.

Bu güç ve özgüven durdurulamaz. Bunu Gezi’de de gördük “Halkız haklıyız, buradayız” diyordu insanlar, daha önce belki sokağa çıkmamış insanlar bunu gayet meşru görüyorlardı. Çünkü artık bardağı taşıracak noktaya gelmişti. Burada da aynı şekilde bizim durumumuzun çarpıcılığı da etkili oldu. Biz demokrasi mücadelesinde bedel ödeyen ilk kişiler değiliz, hatta en az bedel ödeyenlerdeniz. 40 gün içeride kaldım, benimle dayanışmak komik aslında. Yıllarca içerde yatanlar var. İsmail Beşikçi hoca kaç yıl hapis yattı kaldı, onlarca yıl yatan aydınlar var, düşünceleri yüzünden. 40 gün değil ama arkamızda duran binlerce insan mühim. Kitlelerin bizi sahiplendiği anda o sözün kitleselleşme potansiyeli bakımından önemli buluyorum. Bu nedenle dayanışma çok iyi bir iş başardı.

Savunmanızda da iddianamede geçen aydın kavramına  gönderme yapmıştınız “Hiçbir otoriteden onay beklemez ve itaat etmez” diye. “Aydın tavrı” kimi zaman da eleştiri konusudur bu ülkede. Tutum deklarasyonu ile sınırlı kaldığı için. Tutumunu deklare etmekle dönüştürmek için mücadele etmek arasında çizgi ne kadar kalın? Bir de şunu soralım “Bu suça ortak olmayacağız” cümlesi bu sürecin simgelerinden biri oldu. Bir suç tanımladı, iktidarı eleştirdi, ortak olmayacağını beyan etti. Aradan geçen 4 ayda yaşananları düşünürsek edilecek ikinci cümle ne olabilir? Belki Barış çin Akademisyenler’in tamamı için konuşamazsınız ama sizin açınızdan?

kivanc-ersoy

Aydın kavramına Türkiye’de genelde yüklenen anlamla benim kafamdaki aydın kavramı ayrışıyor. Türkiye’de genel olarak okumuşlara aydın deniyor. Ama resmen diploma almamış bir sürü aydın var. Aydın, aslında entelektüel, kökenini Emile Zola’dan alan bir kavramdır. Binbaşı Drefyus davası, bir casusluk ididasında etrafında örülen bir davadır. Dreyfus’un kimliğinden ötürü de ırkçı ithamlara maruz kaldığı ve haksız yere hapsedildiği bir dava. Zola, hiçbir çıkar beklentisi gütmeden, kendisi ile doğrudan ilişkisi olmayan bir konuda çok net bir tavır aldı. Burada “itham ediyorum” diyor ama sadece itham etmiyor. Bu bir çağrı ve ona destek olan başka aydınlar da oluyor. Bu bir mücadele, göze alınan bir bedel. Bizim için “aydın”, Zola gibi bir aydın. Sadece biz diploma aldık diye, akademisyen olduk diye aydın değildik. Biz akademisyendik. Bu bildiri ile birlikte bir sorumluluk aldık. Ve politik bir süreç yaşadık. Saldırıya uğradık ve sözümüzün arkasında durduk. Bu anda aydın olduk  aslında. Bazı arkadaşlar “Kendimize aydın demiyelim” diye bir mütevazı tavra da kapılıyorlar Anadolu’nun mütevazı kültüründen kaynaklı. Kendi adıma değil ama genel toplam olarak, bu toplamın aydın sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyorum. Türkiye’de aydın kavramının eleştirilmesi sözünü söyleyip geri çekilen tutuma ilişkin, aydın kavramı okumuşlara yakıştırıldığı için. Okumuşların da biraz devlet geleneği içinde şekillenmiş, bürokratik bir zihniyetin içinde belki onun bir sol versiyonu gibi düşünen kişiler olmasına alıştığımız için. Üniversite zamanında bir sürü şeye tepki vermemiş bir yapı olduğu için. Yani 40’lı yıllarda Behice Boran’ların tasfiyesi, daha sonraları İsmail Beşikçi’lerin yalnız bırakılması, 1402 sayılı yasa ile işten uzaklaştırılan meslektaşlar için üniversitenin genelinin yeteri kadar tepki vermemesi tüm bunlar nedeniyle akademisyenlere bir güvensizlik vardı, akademisyenlerden beklenmezdi böyle şeyler. BAK metni bunu da kırmış bir metindir. 1128 kişinin bedel ödeyeceğinin belli olduğu koşullarda imza sayısının 2212’ye çıkması çok net bir tavır. İkinci nesil imzacıların tavrının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu aynı Zola’nın yaptığı bir şeydi. İyi bir aydın, hatta “ezilenlerin aydını” gibi bir kavram çerçevesinde değerlendirilebilir.

Barış için Akademisyenler aslında bir politik grup değil, bir programı olan birliktelik değil, tüzel yapısı olan insanları belirli bir hukukla birbirine bağlayan bir şey değil. BAK’ın gelecek sözü, ne olur diye bir söz söylemem yanlış olur. Toplantılarda birlikte karar almak, mail gruplarında tartışmak gerekir. Barış için belirli bir tavır almış bir akademisyen olarak benim tavrım ne olur onu söyleyebilirim.

BAK’ın bir mail grubu var. 2012’den beri belirli barışa hizmet eden araştırmalar yapıyor arkadaşlarımız, hak ihlallerini raporluyorlar, daha önce de başka bildirilerimiz oldu.

Biz “Bu suça ortak olmayacağız” bildirimizin sonunda da söyledik, barış gelene kadar bu konudaki çalışmalarımızı durmaksızın sürdüreceğiz. Siyasi partiler ve meclis nezdinde temaslarımızı sürdüreceğiz, yani bildirimiz bu konuda bir inisiyatif alındığını o imzacılar olarak zaten belli eden bir şey. O şekilde davranmaya devam edeceğiz tabi ama ikinci bir söz söylemeyi hepsini tek başıma temsil etmediğim  için doğru bulmuyorum ama şunu söyleyebilirim; ben sözümün arkasındayım. Bütün arkadaşlarım da öyle, bunu biliyorum. Hepimizin söyleyebileceği çok güzel bir söz, “Biz sözümüzün arkasındayız. Buradaydık, buradayız, varız, var olacağız” olur diyorum.

Bu dayanışmanın önemli bir boyutu da üniversite öğrencileriydi aslında. Özellikle sizin üniversiteniz Mimar Sinan’da da üniversiteliler nöbet tuttular, üniversite içinde davayı gündemleştirmeye çalıştılar, sizlere mektuplar yolladılar. Bu süreç öğrencilerinizle ilişkinizi nasıl dönüştürdü? Üniversite bileşenlerinin ortak mücadelesi bakımından bize ne gösterdi?

Öncelikle bana mektup yazan bütün öğrencilerime teşekkür edeyim. Çünkü içeride o beni en çok mutlu eden şeylerden biriydi. İnsan hoca olduğuna, böyle öğrencileri olduğu zaman seviniyor aslında. Beni hiç yalnız bırakmadılar.

Ben bütün öğrencilerime eşit davranırım. Hangi ideolojiden, hangi düşünceden, hangi milliyetten, hangi dilden, hangi dinden, hangi kültürden olursa olsun bütün öğrencilerim benim gözümde eşittir. Ben bu süreçte gördüm ki hiç benim gibi düşünmediğini düşündüğüm, tahmin etmediğim, yani daha önce böyle şeyler konuşmadığım ya da belki hiç daha önce böyle bir konuda tavır almamış, çünkü çok gençler daha, öğrencilerim bana destek oldular ve benim tamamen arkamda oldular. Ve bunu çok değerli buluyorum, yani onların beni ne kadar sevdiğini bu süreçte tekrar gördüğüm için çok mutluyum. Arkamdan derslerimde güzel konuşmalar yapmışlar, “Kıvanç hoca bizi sınıfta bırakmaya bile kıyamazdı” demişler. Bu konuda yanılıyor olabilirler (!).  Ben onların hepsini çok seviyorum. Gerçekten bu işin bir tarafı. İkincisi ben 2002 yılında araştırma görevlisi olduğumda Eğitim Sen’e üye oldum. 4 sene ODTÜ’de işyeri temsilciliği yaptım. Şu anda da İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi’nin hukuk sekreteriyim. Tabi ki bir yandan üniversitede işçilerin mücadelesiyle, öğrenci hareketinin mücadelesi benzer hedefleri olan beraber yürümesi gereken önemli iki mücadele alanı ve barış da bu mücadelenin siyasi hedeflerinden biri. Ve biz de bir yandan sınıfta bir aradayız, onlar öğrenci biz hoca da olsak dışarıda bir mücadeleyi beraber yürütüyoruz.  Hepsine destekleri için de çok teşekkür ederim.

Eğitim Sen’e konu gelmişken, Barış için Akademisyenler’in çıkışı sadece ülkedeki savaş politikalarını ya da iktidarın muhalefete yönelik saldırılarını değil, üniversitenin verili halini de gözler önüne serdi. Bunun bir boyutu güvencesizlikti, işsizlik tehdidi, hak ihlalleriydi. Bir boyutu idari-bilimsel baskılardı. Bir diğer boyutu üniversite-sermaye-iktidar ilişksiydi. Ancak akademisyenler özlük hakları dahil olmak üzere üniversitede yaşadıkları sorunlar üzerinden değil barış teması etrafında hareketlendi, bir araya geldi. Bu süreç, bu biraradalık, dayanışma aynı zamanda üniversite örgütlülüğünü,  mücadelesini de pozitif olarak etkileyecek mi?

Ben 14 senedir Eğitim-Sen üyesiyim. Biz hep hem akademik personeli hem idari personeli örgütlemeyi hedefleyen ve hepsinin hakları için mücadele etmeyi hedefleyen bir sendikayız. Ama akademik personelde gerek üye sayısında ya da üye olsalar bile aktivizm noktasında yeterli kitleselliğe ulaşamamıştık. Bizden önceki Öğretim Elemanları Sendikası da aynı şekilde. Akademisyenler dediğiniz gibi sözünü söyleyen ve kendilerini çok emekçi olarak görmeyen bir kesim. Aslında bu anlamda işçi sınıfının, sınıf bilinci taşımayan en büyük kesimlerinden biri akademisyenlerdir. Çünkü bırakın “kendileri için sınıf” olmayı, işçi sınıfının bir parçası olduklarını da hissetmiyorlardı. Bu düşük maaşlara rağmen, çalışma ve yaşama koşullarına rağmen kendilerini ayrıcalıklı zannediyorlar. Toplumda, özellikle AKP tarafından da böyle tanımlamalar var. “Ayrıcalıklılar, sırça köşkte oturanlar”… Ya ne sırça köşkte oturacaksın, kiranı ödeyemiyorsun belki. Akademisyenler aslında işçi sınıfının en güvencesiz kesimlerinden biri, gençler özellikle, sonrasında da özellikle yurtdışındaki örnekler karşısında düşük ücretler alıyor. Ama bunun bile farkında olmayan bir kesimdi. Bu süreç bize bir akademisyen örgütlülüğü hediye etti. Bizim Eğitim Sen olarak şimdiye kadar ulaşamadığımız yerlerde de ki, bunu ben Eğitim Sen’in bir parçası olarak, bir başarısızlık değil, bir nesnel durum olarak söylüyorum. Eğitim Sen’in bütün üyeleri çok fedakarca çalışıyorlar ama nesnel durum olarak başaramadığımız bir örgütlülüğü bu süreçte, bu saldırı, bu saldırının yarattığı politikleşme yarattı. Bakın Barış için Akademisyenler’in her üniversitede üyeleri ve dostları oluştu. Dayanışma grupları oluştu, bir anda internetten büyük bir örgütlülük haline geldi bu, hiç hayal edilemeyecek bir şeydi ve birkaç gün içinde oldu. Ve bunun da çok kalıcı olacağını düşünüyorum. Yani bu gündem ortadan kalktığı zaman bile bu bağlantıların çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bunun Eğitim Sen’in mücadelesine de ya da üniversitelerdeki bütün demokrasi mücadelesine de ya da ekonomik mücadeleye de sınıfsal mücadeleye de çok olumlu dönüşleri olacağını düşünüyorum. O yüzden de bu süreçteki örgütlülük çok yararlı oldu. İleride de yararlı olacaktır diye düşünüyorum.

Siz savunmanızda “Biz Türkiye’yiz” dediniz. AKP de “Biz Türkiye’yiz” diyor. İki ayrı Türkiye tanımından, iki ayrı iddianın karşı karşıya gelişinden mi bahsediyoruz. Neyi kastettiniz?

Biliyorsunuz; Sartre Cezayir Savaşı’nda kendi devletini sertçe eleştiriyor ve bu durumda Fransa’nın aslında sağcı bir politikacı olan Cumhurbaşkanı General De Gaulle, cezalandırılmasını istemiyor, “Sartre Fransa’dır” diyor. Sartre’ın düşüncelerine katılmamasına rağmen, belki kendi siyasi geleceği için de ülkesinin demokratik kriterlerinin gelişmesini savunmanın önemli olacağını hissetmiş olmalı ki böyle diyor: Sartre Fransa’dır. Biz zaten Jean Paul Sartre olma iddiasında değiliz tabi. Ama biz sadece bir bildiriye imza atmış 1128 akademisyendik, 2212 olduk. Ama aynı orada Sartre’ın Fransa olduğu gibi “Biz Türkiye’yiz” dedik.

“Biz Türkiye’yiz” bu ülkenin üniversitelerinde bilim üretiyoruz. Bu ülkenin öğrencilerini, çocuklarını eğitiyoruz. Bu ülkeyi bu ortak Anadolu coğrafyasını bilim alanında temsil ediyoruz o yüzden “Biz Türkiye’yiz”. Yani asıl “Biz Türkiye’yiz”demiş oldum. Bu aslında, bizi o zaman başka bir maddeden yargılıyorlardı, sonra 301’e çevirdiler, peşinen yapılmış bir deklarasyon olarak kabul edilmelidir bence. “Biz Türkiye’yiz, ne hakla beni 301’den yargılıyorsun” demek lazım.

Savunmanızda özgürlük nöbeti tutanların “Kıvanç’ın denklemleriyiz”, “Esra’nın kumrularıyız” sözlerine atıfta bulunarak savcı İrfan Fidan için “Kimse İrfan Fidan’ın iddialarıyız demek istemez” ifadelerini kullanmıştınız, iddianameyi çürütürken. Hukuk alanı, ceza sistemi-cezaevleri toplumsal muhalefeti ve aslında tüm toplumu şekillendirmek üzere bu iktidar yılları boyunca da çok operasyonel bir biçimde kullanıldı. Kendi yargılanma ve cezaevi deneyiminize baktığınızda, ki tecritte tutuldunuz, iktidar tarafından şekillendirilen toplam kurguyu nasıl yorumluyorsunuz?

Daha önce benim hiç düşünmediğim bir destek oldu. Geleneksel Anadolu tarzıyla, biraz bizde de “Estağfurullah arkadaşlar” dememize de neden olan “Kıvanç Ersoy’un denklemleriyiz”, “Esra Mungan’ın kumrularıyız”, “Meral Camcı’nın karanfilleriyiz”, “Muzaffer Kaya’nın olgularıyız” yazan arkadaşlar oldu. Hepsine çok teşekkür ediyorum, sağ olsunlar. Biz de onların sözleriyiz. Ben bu karşılaştırmayı mahkemeye de göstermek istedim.

Örneğin benim 5 yaşında bir oğlum var 40 gün içeride kalmanın en kötü tarafı onunla görüşmemek oldu. Ama şunu biliyorum 20 sene sonra o babasının bu süreçte bir tutuklu akademisyen olarak cezaevinde olduğunu bilecek ve bununla gurur duyacak. Bize iddianame yazanların böyle bir şanstan mahrum oldukları açık. Onların kendi çocukları bile “Bunu niye yaptılar ki” diyecek. O anlamda şimdi de kimse “İrfan Fidan’ın iddialarıyız demek istemez, kimse bunu kendine yakıştırmaz” dedim. Çünkü o iddialar çok saçmaydı, çok mesnetsizdi, hukuksuzdu, mantıksızdı. Kimse kendini böyle bir gelecek planı çizmez “İrfan Fidan’ın iddialarıyız” diye, bunu göstermek istedim. Onlar da bence kabul ettiler İrfan Fidan’ın iddialarını kabul etmeyerek başka bir maddeden yargılanmamızı söyleyeyerek.

Biz, Türkiye’nin en yüksek güvenlikli cezaevinde kaldık. Mesela F tipleri zaten bireyleri, inançlarından soyutlamak, yalıtmak, yaşadıkları toplumdan soyutlamak bu şekilde inançlarından vazgeçirmenin araçlarından biri olarak tasarlanmıştır. Ben 2000’li yılların başında, 90’lı yılların sonunda F tiplerine karşı mücadele eden bir öğrenciydim. Tecritteyken o zamanlar ne kadar haklı olduğumuzu, ne kadar doğru söylediğimizi düşündüm. Bizim kaldığımız Silivri’deki 9 No’lu Yüksek Güvenlikli Cezaevi, F tipinden bile beter olarak tasarlanmıştı. Şöyle ki 2007’de biliyorsunuz Behiç Aşçı’nın açlık grevinden sonra F tiplerinde “Üç kapı üç kilit” talebi kabul edildi. En azından üç tane koğuştaki üçer kişi görüşebiliyorlardı. Biz kendi koğuşumuzdaki üç kişi olarak kimseyle görüşemedik. Onun bile gerisinde tecrit koşullarına tutulduk.

Ben bunu her röportajda tekrar söylüyorum; ben bu süreçte F tiplerinin ne kadar büyük bir başarısızlık olduğunu deneyimlemiş oldum. Onu tasarlayanlar için, onu tutukluların inançlarından soyutlanması, yalıtılması için tasarlayanlar için ne büyük bir başarısızlık olduğunu gördüm. F tiplerinde de olsa hiç kimse inançlarından vazgeçmiyor, dayanışmayı da engelleyemiyorlar.  Bana 600 tane mektup geldi 40 günde. O mektuplardaki dayanışmayı da engelleyemiyorlar, iletişimi de engelleyemiyorlar. Kimseyi de inançlarından vazgeçireceklerini düşünmesinler, herkes tecritte de olsa hücrelerin duvarlarını yıkmasını biliyor. 40 gün çok uzun bir süre değil. O yüzden çok büyük mağduriyet yaşadım, bedel ödedim gibi düşünmüyorum. Demokrasi mücadelesi verenler için cezaevleri bazen uğranabilecek bir duraktır. Ama bu cezaya dönüştürülmüş tutukluluğu en azından, orada bunu gözlemleyerek, bu hak ihlallerini gözlemleyerek aslında oradaki bir yaşam alanı olarak oranın yetersizliğini gözlemleyerek geçirdim. F tiplerinin ne büyük bir insan hakları ihlali olarak tasarlandığını ve aslında planlanan şeyin de nasıl başarısızlığa uğradığını gördüm. F tiplerinin bu başarısızlığı beni gururlandırıyor. Hiç kimse düşüncelerinden vazgeçmiyor, ben de vazgeçmiyorum. Düşüncelerimin arkasındayım. Savunmamda da söyledim “Bugün olsa yine imza atarım” dedim ve tecrit, yalıtmak, hapishanede olmak kimseye gözdağı vermenin araçları olarak kullanılamaz işte eldeki sonuç ortada.

Son sözlerinizi alalım, bu süreci tarihe nasıl not düşmek istersiniz?

Tabi bu röportaj yayımlanacak, Sendika.Org kitaplığında da yazılı yer alacağı için geleceğe kalacak, geleceğe kaldığı zaman belki ben bunu okuduğum zaman tekrar bu duyguları yaşama fırsatım olacak, bu açıdan da sizlere teşekkür ediyorum. Gelecekte yeni kuşaklar da tarihte böyle şeyleri okudukları zaman belki yeniden barış için, demokrasi için mücadele etmek gerektiğinde tarihte de böyle olmuş diyecekler. Ben o açıdan hasbel kader kendi açımızdan, biz 4 kişi bu süreçte üzerimize düşen vazifeyi iyi yaptık diye düşünüyorum. Yani biz aslında tesadüfen bir araya gelmiş 4 kişiydik ama o tesadüf hayırlı bir tesadüfmüş ki hepimiz o sözün arkasında çok sağlam durduk. O 40 günlük sınavı da çok başarılı verdik. Bunu tabii ki kendimle övünmek için değil, bizim tüm diğer arkadaşlarımız da böyle yapardı kuşkusuz ama bunun geleceğe yönelik iyi bir miras bıraktığını, kendi adıma küçük de olsa bir övünç payı taşıyarak söylüyorum. Bizler böyle davranırsak, tabii ki barış kazanacak, demokrasi kazanacak, barış bu ülkeye gelecek. İleride bu sözü tekrar okuduğumda barışın gelmiş olmasını diliyorum. Son sözüm bu olsun.

Sendika.Org

Dosya: Barış için Akademisyenler