Üniversitelerde tasfiye

Yazar / Referans: 
Hülya Kirmanoğlu, Cumhuriyet
Tarih: 
15.02.2017

Akademisyenlerin ihracı aynı zamanda psikolojik bir savaş. Korku ve moral bozukluğu yaratarak, iktidar gücünü üniversiteler üzerinden göstermeye çalışıyor. Ama üniversiteler en değerli sermayeleri olan beyin güçlerini kaybediyor.

Türkiye’de “üniversite” adlı kurumsal yapı, kuruluşundan itibaren siyasal iktidarların güdümünde oldu ve her yaşanan gizli ya da açık darbe döneminde bu güdümün derecesi arttı. 1933 Üniversite Reformu ile İstanbul Darülfünu’nu kapatılarak İstanbul Üniversitesi açılırken hoca kadrosunun neredeyse yarısı tasfiye edildi. Cumhuriyetin kuruluşunda (1924 düzenlemesi ile) içinde birçok farklı ses barındıran İstanbul Darülfünunu, 1933’de ihraç edilenlerin bilimsel niteliğine bakılmadan sadece siyasi iktidarın resmi ideolojisi doğrultusunda bir “reform”a tabi tutulmuştu. 
Üniversitenin özerk bir yapıda olması ilk kez, 1946’da yapılan Üniversite Kanunu’nda yer aldı. Bu özerklik de maalesef akademik özgürlükler lehine kullanılan bir özerklik olmadı. O dönemde yeni kurulan Ankara Üniversitesi’nden üç hocanın (Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav) komünist oldukları gerekçesiyle atılmaları, o dönemin Danıştay kararlarına rağmen engellenemedi. Çünkü siyasiler böyle istemişlerdi.

147’ler ve 1402’ler 
1960’ta yaşanan 147’ler olayı da, üniversite tarihinde ayrı bir trajikomik durumdu. Hiçbir akademik nedene dayanmadan çok değerli hocaların üniversite ile ilişkisi kesildi ve bu duruma tepki olarak dönemin İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve ODTÜ rektörleri ve birçok öğretim üyesi istifa etti. Ve iki yıl sonra çıkan bir kanunla, atılan hocalar geri alındı. Bu olay, bize akademik camiada haysiyetli yöneticilerin olmasının ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu tarihten sonra üniversitelerin özerkleşmesi yönünde bir miktar çabalar olmuşsa da 1973’te bunlar geri alındı. Siyasi nedenlerle üniversiteden uzaklaştırma olayının daha vahimini, 1980 askeri darbesi sonrası bazı üniversitelerde büyük tasfiye demek olan 1402 kararıyla görüyoruz. Bu olayın mağdurlarına daha sonraki yıllarda, ülke normalleşmeye geçtikçe, hakları iade edilmiş olsa da yaşanan sıkıntıların sorumluları hiçbir bedel ödemediler. 
Bugün, 1946 üniversite “reformu”ndan tam 71 yıl sonra, üniversite yönetiminde özerklik ne demek, siyasilerin etkisinden uzak, bağımsız ve kendi kendini yönetebilen bir üniversite nasıl olabilir konularını tartışabileceğimiz zemin bile kayıyor. Üniversite bileşenleri içinde demokrat, özgür ve özerk bir üniversite arayışı içinde olanlar her türlü riski (atılma, gözaltı, tutuklanma) göze alarak mücadelelerini sürdürmeye çalışıyorlar. 
15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’deki (Talat Aydemir olayını saymazsak) ilk başarısız darbe girişimi olduğu için, bunun faillerinin temizlenmesi süreci de Türkiye için bir ilk deneyim sayılabilir. Ancak bu çok kötü bir deneyim. Çünkü hiçbir darbe bağlantısı olmayan, aksine darbeci oluşuma en başından itibaren karşı olan sol, demokrat ve özgürlükçü kesim fırsattan istifade üniversitelerden ve genel olarak eğitim sisteminden tasfiye ediliyor. Bu sadece akademisyenler için değil, öğretmenler için de çok büyük haksızlıklar yaratan bir süreç.

Barış akademisyenleri 
Akademisyenler hedef seçilirken bulunan gerekçe, 11 Ocak 2016 tarihinde yayımlanmış olan bir bildiri. Toplam olarak 2 bin 218 öğretim elemanı tarafından imzalanan bu bildiri, devlet yöneticileri ve toplumun bir kesimi tarafından terör destekçiliği olarak algılandı ve bu kişiler sanki bir savaşta düşman tarafındaymış gibi kurgulanarak, savaşın cepheleri tahkim edilmeye çalışılıyor. 
Foucault’nun yazdığı gibi, “İktidar hakikat ritüelleri üretir” ve “İktidar ilişkileri devletin ötesine geçer; toplumsal kimlikleri ve beden politikalarını üretir”. İktidar (ve bir kısım medya) bölgede yaşananlara tepki gösteren bölge insanlarına ve barış isteyen akademisyenlere terörist muamelesi yaptı ve yapmaya devam ediyor. Diğer taraftan terör örgütü, yaptığı eylemlerle barışçı Kürt siyasi hareketinin kriminalize edilmesine yardımcı oldu ve oluyor (bu konu ayrı bır yazının konusudur). Bu arada mahkeme bu “suç”tan hapis yatan dört imzacının yargılandığı ceza maddesini değiştirdi, terör suçu olmaktan çıkardı. Ama idare ne ile suçlandıkları belli olmadan insanları atmaya devam ediyor. İşin ironik tarafı, barış imzacılarının bu bildiri ile seslendiği bölgedeki ordu/güvenlik birliklerinin bir kısmının 15 Temmuz’da sivil katliamlar yapan ve TBMM’yi dahi bombalayan darbeciler tarafından çıkması.

KHK kıyımı 
Barış imzacıları, üniversitelerden ilk tasfiyelerin geldiği 672 sayılı KHK ile hedef alınmaya başlandı. Bu ilk KHK ile Anadolu’daki '62azı üniversitelerde, özellikle Kocaeli Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi başta olmak üzere, sol sendikalara üye ve/veya sağlık, çevre, çalışma hayatı konularında piyasa güçlerine karşı toplumsal faydayı savundukları için açıkça iktidar çıkarlarına ters düşen akademisyenler, üniversiteden ihraç edildi. Daha sonra bu ihraçlar her KHK’de gruplar halinde devam etti ve hâlâ ediyor. 29 Ekim’de çıkarılan 675 sayılı KHK ile 24, 22 Kasım 2016’da çıkarılan 677 sayılı KHK ile 15, 6 Ocak 2017’de çıkarılan 679 sayılı KHK ile 35 ve 7 Şubat 2017’de çıkarılan 687 sayılı KHK ile 115 imzacı akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. Bu son KHK’ler ile sadece imzacı akademisyenler değil üniversite çalışanlarının hakları için sendikal mücadelede ön planda olan isimler de listelere dahil edildi. Nihayetinde, en son KHK ile birçok imzacı gibi tam da anayasa tartışmalarının yapıldığı bugünlerde, muhalif anayasa hukuku hocalarının da hedef alındığını görüyoruz. Bu listeler nasıl oluşturuluyor ve bubirimlerin yöneticileri, özellikle dekanlar bu süreçte ne rol oynuyorlar? Eğer onlara hiçbir söz hakkı tanınmıyorsa, fakültelerini bu kadar zayıflacak ve öğrencilerini bu değerli hocalardan mahrum bırakacak bir kıyımı nasıl sineye çekebiliyorlar? Tabii bu soruların cevabını ancak tahmin edebiliriz. 
Bu aynı zamanda psikolojik bir savaş. Korku ve moral bozukluğu yaratarak muhalif kesim tasfiye edilmeye çalışılıyor. Daha önceki tasfiyeler gibi, iktidar gücünü üniversiteler üzerinden göstermeye çalışıyor. Olan üniversitelere oluyor. Bir görevi araştırmalara, yeni fikirlere, eleştirel ve sorgulayıcı düşünceye kaynaklık etmek; bir diğeri ise bilgi dağarcığı belli bir disiplin etrafında gelişmiş olan ve toplumsal/teknik konularda sorun çözücü bireyler yetiştirmek olan üniversiteler, en değerli sermayeleri olan beyin güçlerini kaybediyor. Ama tabii bu güç yok olmuyor. Daha güçlenmiş olarak geri dönecekler ve gelecek nesillere de sorumlularla tarihsel bir hesaplaşma daha kalacak.  

HÜLYA KİRMANOĞLU
Prof. Dr.