Erol Köroğlu'nun Beyanı

Yazar / Referans: 
Bianet
Tarih: 
03.04.2018

"Metne imza verdiğimde, içinde yaşadığım topluma borçlu olduğum sorumluluğu ifa ettiğime inanıyordum. O noktadan itibaren ifade özgürlüğünün rafa kaldırılacağını bilmiyordum."

Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Erol Köroğlu’nun Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladığı için "Terör örgütü propagandası" ile suçlamasıyla İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılandığı davadaki  savunmasını yayınlıyoruz.

11 Ocak 2016 tarihli bildiriyi imzalayan iki bini aşkın kişiden biriyim. Bu bildiriyi imzalayarak terör örgütü propagandası yaptıkları iddiasıyla haklarında dava açılan şimdilik birkaç yüz kişiden de biriyim. Bu birkaç yüz kişiyi ayrı ayrı ama bununla birlikte satırı satırına aynı sözcüklerle itham eden iddianamede ortaya koyulan suçlamaların hiçbirini kabul etmiyorum. Kabul etmeyişimin nedenlerini; gerektiği yerde kişisel özelliklerime de dayanan bir imzalama saikleri açıklaması ve iddianamenin neden tarafımca kabul edilemez olduğunun gerekçelendirilmesiyle ortaya koyacağım.

Kendi eğitimim ile öğretim ve araştırmacılık geçmişim üzerinden insan bilimleri alanında konuşlanan bir edebiyat ve kültür tarihçisiyim. 19 ve 20. yüzyıl modern Türk edebiyatı ve özellikle Türkçe roman uzmanıyım. Edebiyat-tarih etkileşimi temel hareket alanımdır. Birinci Dünya Savaşı döneminde devlet propagandası üzerine doktora tezi yazdım ve bu tez önce Türkçe, sonra İngilizce olarak yayımlandı. Propaganda, yirmi yıldır çalıştığım bir konu; tarihsel ve güncel biçimlerini tanıyor ve eleştirel bir biçimde çalışmaya devam ediyorum.

Akademik uzmanlığım dışında, aynı zamanda “eleştirel okuryazarlık” olarak adlandırılan bir alanda eğitim verdim ve vermeye devam ediyorum. Gerek daha önce çalıştığım üniversitelerde gerek şimdi çalışmakta olduğum üniversitede eleştirel düşünme ve iletişim becerileri, yani konuşma, dinleme, okuma ve yazma alanlarına dönük teknik eğitim verdim. Konumuzla alakası bağlamında, yazılı bir metnin nasıl verimli ve eleştirel okunup inceleneceğini uzmanlık düzeyinde bildiğimi söyleyebilirim. Aynı doğrultuda, argümana dayalı bir düşünce yazısının bütünlüklü ve tutarlı bir biçimde nasıl inşa edileceğini bildiğim gibi, bu tür bir yazının hangi noktalara dikkat edilmediğinde ortaya koyduğu tezi savunamaz hale geldiğini de çözümleyici bir biçimde ortaya koyabilecek donanıma sahibim.

İddianame benim için neden kabul edilemez?

Verdiğim bu bilgiler ışığında, öncelikle iddianamenin benim için neden kabul edilemez olduğunu tartışacağım. İddianame 11 Ocak tarihli imza metnini alıntılayarak başlıyor ve bu sırada ithamlarını inşa ederken dayanacağı bazı bölümleri kalın karakterlerle yazıyor. Bildiri metninin geri kalanı, alıntı olduğunu belirtmek üzere eğik karakterlerle yazılmıştır. İddianame, bildirinin hemen bitiminde, metni, bu defa iddiasını vurgulamak üzere yine kalın karakterlerle “PKK/KCK Terör Örgütü’ne destek bildirisi” olarak adlandırmakta ve buradan başlayarak iddianamenin dayandığı ana tezi ortaya koymaktadır. İddianameye göre, “sözde barış bildirisi”nin “terör örgütünün alenen propagandası mahiyetinde olduğu sabittir.” (s. 2) Ayrıca bunun hemen akabinde, bildirinin güvenlik kuvvetlerinin teröristlere karşı yürüttüğü “operasyonların durdurulması için kamuoyu oluşturmak” amacında olduğu “anlaşılmış” ve “terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan soruşturma başlatılmış” olduğu belirtilmektedir.

Ben bir eleştirel düşünce uzmanı olarak, önümdeki metnin bu ana iddiaları açıklayıp savunarak ilerlemesini ve gereken noktalarda uzman görüşleri, istatistikler, tanıklıklar vb. üzerinden tezini kanıtlamasını beklerim. Ancak iddianame şaşırtıcı biçimde burada durmamakta ve ilerleyen sayfalarda bu defa 10 Mart tarihli bir basın açıklamasını da aynı teknikle, bazı yerleri kalın karakterlerle vurgulayarak harfiyen alıntılamaktadır. İddianame bana yönelttiği ithamda, imzaladığım ilk metinle suç işlediğimi ve bir imza metni olmadığı için şahsımla ilişkisini kavramakta zorlandığım 10 Mart tarihli açıklama üzerinden bu suçu işlemeye devam ettiğimi iddia etmektedir. Bu noktada bence her ikisi de suç teşkil etmemekle birlikte, bu iki metnin birbirine nasıl bağlanıp birincisine dönük imzam üzerinden bana yönelen ithama eklendiğini anlayamamaktayım.

"Post hoc hatası"

Aslında “bana tebliğ edilen iddianameyi ilk okuduğum sırada anlayamamıştım” demeliyim. Çünkü ortaya koyduğu argümanı savunma zorluğu çeken bir metinle karşı karşıya olduğumu anlayabilmek için, 17 sayfalık iddianameyi defalarca okumam gerekti. İddianamenin bana neden bir suçlama getirirken benimle alakasız bir metni kullandığını, dördüncü sayfanın sonundan itibaren anlayabildim. İddianame dördüncü sayfasında emniyette bana yöneltilen “öküz altında buzağı arayan” soruları ve bunlara verdiğim toplu ve kısa cevabı aynen alıntıladıktan sonra, imza metni ile basın açıklamasını aynı kefeye koyarak “terör örgütünün propagandasını yapmayı amaçlayan bildirilerin gerçek amacının anlaşılması açısından bildirilerin yayınlandığı döneme gelinen dönem ve bildirilerin yayınlandığı dönemin kısaca değerlendirilmesi gerekmektedir” diyor. Buradaki Türkçe ifade sorunlarının metnin geneline şamil olduğunu belirtip geçiyorum. Bu bir yana, iddianamenin buradaki hamlesi gayet yerinde bir hamledir. Gerçekten de genelde hem beşeri hem sosyal bilimciler, özelde ise tarihçi ve edebiyatçılar bir metnin ortaya çıkış nedenlerini ve niyetini ortaya koyabilmek için hangi tarihsel koşullar içinde üretildiğini açıklarlar. Nitekim iddianame dördüncü sayfasının son beş satırından başlayarak yedinci sayfasının birinci çeyreğine kadar ilerleyen birkaç sayfada 1980’li yıllardan başlayarak 11 Ocak 2016 tarihli bildirinin yayınlanmasına kadarki dönemi özetlemektedir.

Tarihsel bir sürecin değişen uzunluklarda anlatılabileceğinin bilincindeyim. Her bakış açısını ve her tür olayı kapsayacak bir tarihsel anlatının mümkün olmadığını da biliyorum. Tarihsel anlatı, doğası gereği atlamalar ve belirli unsurların seçilmesiyle inşa edilir. Yeter ki, bu anlatı veri tabanıyla ilişkisini nesnel bir biçimde kursun ve kendi amacına uygun olanları seçerken olmayanları dışarıda bırakma tavrı sergilemesin. İddianamenin tarihe yaklaşımı ne yazık ki bu doğrultuda olmakta ve bu tavır daha sonra da görülmektedir. Söz konusu bölümdeyse, çok çarpıcı bir tarihsel anlatı kurulmaktadır. Buna göre 1980’lerde terör başlamıştır, devlet bununla mücadele edip 2014’te bir çözüm süreci başlatmıştır, fakat terör örgütü yüzünden bu süreç akamete uğramış ve devlet güvenlik güçleri aracılığıyla isyan çıkarmaya çalışan teröristlerin üzerine giderken, 22 Aralık 2015’te Bese Hozat “aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın şeklinde talimat mahiyetindeki açıklama”yı (s. 5) yapınca, 11 Ocak 2016’da imzacısı olduğum bildiri yayınlanmıştır.

İddianame, tarihsel temellendirme yaptığını düşünürken özellikle komplo teorilerinde çok görülen ve kısaca “post hoc hatası” adı verilen bir mantık hatası yapmaktadır. Hatta temel tezini bu hataya dayanarak savunmaktadır. Bu ünlü hatanın tam Latince adı “post hoc ergo propter hoc”tur. Anlamı şudur: “Bu olay bundan sonra oldu, dolayısıyla bunun yüzünden oldu.” İddianame, 11 Ocak imza metnini Bese Hozat açıklamasına bu yolla bağladığı için, bol bol “tarihsel perspektif” lafı geçirmekle birlikte ikisi arasındaki bağlantıyı kanıtlayamaz durumdadır.

Nitekim iddianame 7. sayfasındaki “11 Ocak 2016 tarihinde ve 10 Mart 2016 tarihinde yayınlanan bildirilere ilişkin genel değerlendirme” altbaşlığında 10 Mart’taki metnin bir bildiri değil bir basın açıklaması oluşunu göz ardı etmesinin dışında,  izleyen üç sayfa boyunca da “tarihsel perspektifle ve konjonktürel bir yaklaşımla incelendiğinde” dediği halde, bunu hiç yapmayıp, her paragrafta birbirine paralel bir biçimde 11 Ocak bildirisinin terör propagandası olduğu iddiasını değişik biçimlerde tekrar etmektedir. Söz konusu üç sayfa bol bol altı çizili ya da kalın karakterli bölüm içererek çok önemli şeyler söylediği havasını doğurmakta ama aynı şeyleri gittikçe ağırlaşan ithamlarla tekrar etmekten öteye gitmemektedir.

İddianame 9. sayfanın son paragrafında en iddialı olduğu bölümlerden birine ulaşmaktadır. Bu iddiasını hem altı çizili, hem eğik, hem de kalın karakterlerle ilan eden söz konusu paragraf bildiriyi hazırlayanların Türkçe ve başka dillere çevirisinde bazı kelime ve kavramları kasıtlı olarak değiştirdiklerini, “profesyonelce dokunuşlarla sadece ulusal kamuoyunda değil uluslararası kamuoyunda” terör örgütü propagandası yaptıklarını söylemektedir. Şahsen iddianamenin dokuzuncu sayfasına geldiğimde böyle bir iddia ile karşılaşmak, suçlamalar bana yöneltildiği için beni öfkelendirip hayrete düşürmekte. Bunu yapanlar kimdir ve şahsıma dönük iddianamede neden bunlar yer alıyor? İddia makamının bunları ayrıca tespit ederek ortaya koymuş olması gerekmez miydi?

"Kurdish provinces", "Kürdistan illeri" değil

Ancak bunu izleyen sayfalarda iddia makamının ilginç bir kanıt sunduğunu görüyoruz. İddianame 10. sayfada bildirinin İngilizce metnini ve 11. sayfada İngilizce metnin Türkçeye çevirisini vererek, iddiasını şiddetli bir biçimde kanıtladığını düşünmektedir. İddianamaye göre İngilizce metnin üçüncü satırında geçen “Kurdish provinces” lafının Türkçe çevirisi “Kürdistan illeri”dir. İddianamenin 11. sayfasının son paragrafı ve tüm 12. sayfası bu bilgiye dayanan bölücülük ve terör örgütü propagandası suçlaması tekrarıyla geçecektir. Oysaki “Kurdish provinces” lafının çevirisi “Kürdistan illeri” değil, “Kürt illeri”dir. Yorum katmak istersek “Kürtlerin yoğunlukla yerleşik olduğu iller” diye çevirebiliriz ama hiçbir biçimde “Kürdistan” çevirisi çıkmaz. Eğer iddia makamı bu metni bir yeminli tercümana tercüme etttirdiyse, yemin kısmının gözden geçirilmesinde yarar vardır. Böyle bir çeviri hatası kabul edilemez.

İddianame bu noktadan sonra, artık tarihsel ve konjonktürel açıklama iddiasını da bir yana bırakır ve aklına gelen her şeyi sıralayarak suçlamaya devam eder. Örneğin 13. sayfanın ilk paragrafında uluslararası alandan bir örnek geliştirip hiçbir akademisyenin DEAŞ ile mücadele eden ABD ya da Avrupa ülkelerini bu örgüte katliam uygulamakla suçlamasına izin verilmeyeceğini söyler. Bu örneği sunarken elbette somut bir örneğe dayanmadığı gibi, aynı zamanda 11 Ocak imza metninin örgüte katliam yapıldığını söylediği varsayımından yola çıkmaktadır.

Yine aynı sayfada, Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson’ın yargılanıp beraat ettiği davayı, imza metniyle ilgili suçun devam ettirilmesi olarak alıntılamaktadır. Bunun da Kürdistan hatasından bir farkı olmasa gerektir. Bu örneklerle 15. sayfaya kadar gelen iddianame burada uluslararası göndermelerini arttırır. Ancak ne yazık ki İspanya, ABD, İngiltere ve AİHM ile ilgili göndermelere rağmen hiçbir somut örnek verilmez, İngilizcesiyle “name dropping”den öteye gidilemez.

İddianame sonuç bölümüne geldiği 16. Sayfada “metnin öz itibarıyla PKK’nın yayınladığı bildirilerden bir farkının olmadığı”nı iddia eder. Elbette hangi bildirilerden bahsettiğini ve nasıl bir öz itibarıyla onlara benzediğini bize göstermekten imtina eder.

"Barışa dönük bir çağrı olarak gördüm"

Bu noktada, iddianameye yönelik değerlendirmemden 11 Ocak 2016 tarihli metni imzalama saiklerime geçiyorum. Ben 48 yaşındayım ve hayatımın büyük kısmı Türkiye’de, iddianamenin diliyle söylersek “Doğu ve Güneydoğu Sorunu”na maruz kalarak geçti. Türk ya da Kürt, yurttaş olduğum insanların ölümlerini izleyerek, bu ölümlere üzülerek, bazı zamanlar ölümleri kanıksayarak, sonra bu kanıksamadan utanç ve suçluluk duyarak ve ülkemizle ilgili her şeyin bir türlü çözülemeyen bu sorun içerisinde gelişmesine tanık olarak bu yaşa ulaştım. Bu nedenle, çözüm sürecini her Türkiye vatandaşı gibi ben de coşkuyla karşıladım, barış içinde yaşanan bir ülkenin hayaliyle mutlu oldum. Ancak barışın hayalini kurarken yeniden çatışmalarla karşılaşmak herkes gibi benim için de hayal kırıklığıydı. İmza metnine giden süreçte pek çok raporla desteklenen ve medyadan izlediğimiz gelişmeler endişe uyandırıcı ve moral bozucuydu. Devlet artık çözüm süreci peşinde görünmüyordu. O dönemde farklı kaynaklardan gelen pek çok imza metni ve basın açıklaması vardır. Ben, benim gibi akademisyenlere dönük bu kampanyalardan birine imza vermiş bulundum.

Söz konusu imza metnini pek de içime sinerek imzalamamıştım. Öncelikle metni biraz dağınık, derdini açıkça anlatmaktan uzak görüyordum. Geçen yıllarda onlarcasını imzaladığımız metinlerin artık pek bir işe yaramadığını da düşünüyordum. Ancak 11 Ocak 2016’da açıklanan metni yine de, bir bütün olarak değerlendirdiğimde barışa dönük bir çağrı olarak gördüm ve imzamı verdim. Evet, belki metindeki ifadeler sertti ama Barış İçin Akademisyenler’in metni bu sertlik üzerinden, vatandaşları olduğu devleti tekrar çözüm sürecini başlatmaya, barışı tesis etmeye davet ediyordu. Bu davetin duyulmasını istediğim, çatışmaların olduğu bölgelerdeki vatandaşların maruz kaldığı kötü koşulların bir an önce sona ermesini dilediğim için imzamı verdim. Tek amacım şiddetin durması çağrısına aracı olmak, duyulurluğunu arttırmak idi. Sonuçta bu hedef hasıl oldu ama metnin sesi duyulduğunda devlet tarafından ötekileştirilmeye maruz kaldık, dışlandık, çeşitli mobbing ve linç kampanyalarına uğratıldık. Mafya liderleri kanımızla duş alacaklarını ilan ettiler.

Vekillerim beni metni imzalamaya sevk eden ve iddianamenin “sözde tarihsel ve konjonktürel” açıklamalarında yer almayan gelişmeleri aktaran rapor ve bilgileri size takdim edeceklerdir. Ben şu anda bu konuya girmiyorum ve savunmamı şunları söyleyerek sonuçlandırmak istiyorum: Metne imzamı internet yoluyla verdiğim tarihte, artık pek de faydası kalmamış bir kamusal aydın pratiğini yerine getirdiğime inanıyordum. Oysa 11 Ocak 2016’nın hemen akabinde gelişen tepki kamusal aydınların bu tür kamuoyu oluşturma denemelerine son verdi ve böylece anayasal bir hak olan ifade özgürlüğünü askıya aldı. Öte yandan, içinde bulunduğumuz şu 3 Nisan 2018 tarihinde huzurunuzda yargılanmama kadar gelen süreçte çeşitli vurgularla ve vesilelerle tekrar edilegelen, bir damga ve lekeye dönüştürülen “suçlusun” ithamına rağmen, iddianameden de görüldüğü üzere somut bir suçlama üretilememektedir. Metne imza verdiğimde, içinde yaşadığım topluma borçlu olduğum sorumluluğu ifa ettiğime inanıyordum. O noktadan itibaren ifade özgürlüğünün rafa kaldırılacağını bilmiyordum. Buna dayanarak, eğer suçlanacaksam iddianamede yapıldığı üzere suça birtakım sanılar üzerinden kanıt tedarik ederek değil, somut kanıtlar üzerinden ilerlenerek suçlanmam gerektiğini düşünüyorum. Sonuç itibarıyla, suçlamaları hiçbir biçimde kabul etmediğimi saygılarımla heyetinize arz ediyorum.

(EK/BK)

Kaynak: http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/195767-erol-koroglu-nun-beyani