Üç’ler, Beş’ler, Yedi’ler… 1402’likler, 1128’ler...

Yazar / Referans: 
Ahmet Bülent Özer, www.evrensel.net
Tarih: 
26.01.2016

Ahmet Bülent Özer 
AÜ SBF Siyaset Bilimi ve Kamu
Yönetimi Doktora öğrencisi 

 “Joseph K, otuz yaşında bir gençti. Sabahın erken saatinde henüz, yataktayken kapısı çalındı. Gelen iki kişi onu tutuklayacaklarını söyledi. Joseph K.’yi tutuklamaya gelenler Joseph K’nin ne suç işlediğini ve kanunun hangi maddesine göre tutuklanacağını ve yargılanacağını bilmiyorlardı.

Joseph K, suçunu anlamak için çırpındı. Ama suçunun ne olduğunu kimse ona söylemedi. Mahkemesi belirli yerlerden uzaklarda berbat yerlerde ve şartlarda başladı, yürütüldü. Yargılama sırasında hiç de beklenmedik zamanlarda saray görevlilerinin mahkeme salonunda olduğu görüldü” 

Yukarıda yer alan kısa anekdot Franz Kafka’nın dava isimli romanından alıntı yapan bir basın açıklaması metninden alınmıştır.

Gaziantep Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışırken uzunca bir süre maruz bırakıldığım taciz ve saldırıların ardından en son üniversitedeki görevime son verilme ile sonuçlanan süreci kamuoyu ile paylaşmak için 12 Aralık 2013 tarihinde düzenlediğimiz basın toplantısında, İHD Antep Şube Başkanı Hasan Önder Sulu’nun okuduğu bildiriden …

Yıllarca tehdit, fiziksel ve psikolojik saldırı, etnik, siyasal ve inançsal fişleme, gece yarılarına dek varan soruşturmalar, gözaltılar, itibarsızlaştırma girişimleri … gibi bir dizi antidemokratik uygulamayla terörize edildikten sonra  üniversitedeki görevime Eylül 2013 tarihinde son verilmişti.

Öğrencilerime ve tarafıma yönelik fişleme dosyalarının açığa çıkması üzerine ‘suçlular’ ile ilgili somut bir adım atılmadı, savcılığa yaptığımız suç duyurularından da konuya ilişkin ciddi bir yaptırım çıkmadı. Hakkımda YÖK Yüksek Disiplin Kuruluna “kamu görevinden çıkarma” talebiyle GAÜN Rektörlüğü tarafından gönderilen soruşturma dosyası oy birliğiyle lehime sonuçlandığı halde, görevini kötüye kullananlar hakkında bir işlem yapılmadı. Ve Gaziantep 1. İdare Mahkemesinin ‘görmezden’ geldiği, onlarca kanıtlı ve resmi belge adeta hiçe sayarak verdiği ret kararı üzerine ‘göreve iade’ talebiyle Danıştaya götürdüğümüz davanın seyri, 2.5 yıldır sürdürülen bir hukuk mücadelesinde iğne ile kuyu kazmak gibi… 
Benimle benzer ‘kaderi’ yaşayan birçok akademik personelin ‘trajik’ öyküsünü yakinen bilmekle beraber, sorunun kamuoyuna pek yansımayan ciddi yüzüne, kısmen de olsa, hakkımda açılan soruşturma savunması için gittiğim YÖK’te tanık olmuştum. Savunma için gelen akademik personelin YÖK Yüksek Disiplin Kuruluna çıkmadan önce güvenlik görevlileri ve YÖK çalışanları nezaretinde ellerindeki dosyalarla tedirgin halde zaman geçirdiği bir “Bekleme Odası”nda…

Türlü, ipe sapa gelmez “dayanaklarla”  gerekçelendiril(miş) soruşturma dosyalarıyla birçoğu “Kamu görevinden çıkarılma” istemiyle sevk edilmiş onlarca “adet” akademisyen…

Sonrasında YÖK’teki çalışanlarla yaptığımız sohbetten öğrendiğim üzere sadece bir ay içerisinde onlarca dosyanın karara bağlandığı Kurulda, 1 yıl içerisinde alınan kararların sayısı ürkütücü!...Öyle ki doktora tezimi sırf bu mesele üzerinden yazsam bile bir şeylerin eksik kalacağı hissini uyandırıyor…

YÖK nedir? Niçin kurulmuştur? Ne iş yapar? sorularına birçok soru-cevabı sığdıramayacağımız bu çerçevesi sınırlı yazıda yer vermek pek mümkün değil, üstelik çok gerekli de değil…

Sadece daha birkaç gün önce, benim de imza verdiğim, “Barış için Akademisyenler İnisiyatifi”nin, 89 farklı üniversiteden 1128 akademisyenin imzasıyla katılım sağladığı (Bu sayı her geçen gün artış göstermekte) “Bu suça ortak olmayacağız” sloganıyla imzalanan bildirisiyle ilgili, YÖK’ün konuyu görüşmek için acil aldığı toplantının ardından yaptığı açıklamaya göz gezdirmek bile, YÖK’ün kurumsal çerçevesi, işleyişi, siyasal tarihi ve misyonu hakkında kafamızda beliren sorulara ilişkin bilgi verecek niteliktedir. 
Adeta 12 Eylül darbe bildirisini aratmayacak bir dille kaleme alınmış işte o  “meşhur” açıklama;
“Bir grup akademisyen tarafından yayımlanan devletimizin, Güneydoğu’da sürmekte olduğu teröre karşı mücadelesini ‘katliam ve kıyım’ olarak niteleyen bildiri, tüm akademi camiasını zan altında bırakmaktadır. (...) Teröre destek veren bu bildiri, akademik özgürlük ile bağdaştırılamaz. Vatandaşlarımızın güvenliğini sağlamak devletin en temel görevidir. Bu bildiri ile ilgili olarak hukuk çerçevesinde gereği yapılacaktır(...)” 
Ülkenin bir bölümünde başlayıp artık bütününe yayılan  “kirli savaşa”  karşı ‘barış’ talebiyle yola çıkan ‘Barış için Akademisyenler oluşumunun bildirisine imza koymuş 1128 akademisyene, Kafka’nın “Dava”sındaki Joseph K metaforu birebir yaşatılmak istenmekte. 

Tehdit, gözdağı ve itibarsızlaştırmayla  emir-komuta hiyerarşisine sokulmak istenilen seküler eleştirel aklın bir örgütlenme alanı olan akademiler, egemen siyasal iktidarın hegemonya alanına,  akademisyenler ise, resmi tarih yazıcılarına ve devlet memurlarına dönüştürülmeye çalışılmakta. 

Çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere can ölümlerinin yaşanmaması ve ‘Barış’ gibi tüm kimliklerden ve ideolojilerden azade bir büyük insanlık talebinin ifade edilmesi bile,  hukuk sistemi başta olmak üzere, iktidar aygıtının tüm kurumları ile birlikte bastırılmaya ve kriminalize edilmeye çalışıldığına, tüm dünya kamuoyu tanıklık etmekte. 

‘Toplu davaları’ , ‘sürgünleri’ , ‘toplu ceza yasaları’ ve ‘infazları’nın istatistik ile ifadelendiği öyle ki yaşamını kaybeden yurttaşların ‘adet’ sayıldığı  bir tarihsel geleneğimiz ve belleğimiz söz konusu; 15’ler, 49’lar, 3’ler, 7’ler (Bahçelievler Katliamı), 10’lar (Kızıldere Katliamı), 33 Can (Sivas Katliamı) 33 Kurşun ve ‘tarihsel tekerrürü Roboskî’, 33’ler (Suruç Katliamı), 102’ler (Ankara Katliamı)… derken birçoğunu burada anamadığımız, uzayıp giden bir kronolojik liste ortaya çıkıyor…

“1128 akademisyen” ifadesi birkaç gün öncesinde basında ilk yer aldığında, en “iyimser” yanıyla 1402’likler gelmişti aklıma. Akademik alan ile ilgili belleğimde bıraktığı izle ilgili olsa gerek… 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu ile yasanın ikinci maddesi dayanak gösterilerek, 12 Eylül darbesinden sonra akademik personelden devlet memuruna kadar kamuda çalışan birçok kişinin görevine son verilmiş, bir kısmı tutuklanarak Üniversite kürsülerinden alınıp, cezaevlerine gönderilmişti. Ankara Üniversitesi SBF’deki odasında yakın zamana kadar hâlâ duvarda asılı olan görevden alınma ve dönüş kararlarını sergilerdi Sevgili Kurthan Hoca (Prof. Dr. Kurthan FİŞEK, devr-i daim olsun…)

1402’nin tekerrürünü bile “iyimser” karşıladığımız bir siyasal iklimde, Cumhurbaşkanının konuya dahil olup yaptığı açıklama ile birlikte baştaki iyimserliğimin yerini maalesef kötümser bir linç senaryosu almış oldu.
Önce malum bildiri  “ihanet” olarak nitelendirildi… “…çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini taşıyan sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız” diyen Cumhurbaşkanının ardından, Kendilerine durumdan pay çıkaran birçok linç grubu “devletin yüksek çıkarları”  gereği “katliam” girişimlerine varan tehdit mesajları yayımlamaya başladı.

Şimdi, her sabah haberlerde hendek senaryoları eşliğinde büyük puntolarla verilen “terör” haberlerine karşı birlik beraberlik mesajlarına, “hendekçi hocalar”a yönelik linç girişimleri eklenmeye başladı. 
Cadı Kazan’ı harlanıyor…İlk odunu atan Abdullah Gül Üniversitesi oldu. 

Ardından Sakarya Üniversitesinde yaşanan bir Twitter klasiği(!) 

Üniversite öğrencilerinden biri, Rektör Muzaffer Elmas’a tweet atarak, “Barış için Akademisyenler” bildirisinde kendi üniversitesinde çalışan öğretim üyelerinin de imzaları olduğunu söyledi. Ardından da “İsimleri bende var Hocam. Ben halledeyim mi, siz bir şey yapar mısınız?” diye sordu. Öğrencinin sorusuna ise rektör yine Twitter hesabından şu yanıtı verdi: “Ben hallederim….” Rektörün konuyu “nasıl hallettiği” henüz açıklığa kavuşmadı. 

Her geçen gün dozu yükseltilerek ivmelendirilen savaş stratejileri, artık sıkıyönetim dönemlerinde yaşanan sabah operasyonlarıyla artık evlerimize, okullarımıza, tüm yaşam alanlarımıza hoyratça(!) girmeye başladı. 

Birçok üniversite rektörünün tebliğ ettiği bildirilerde öne çıkan vurgular “…Devletin birliği ve bekası… bu uğurda dökülen şehit kanlarının hiçe sayılarak(!) ‘katliam ve kıyım’ ifadelerini kullananlara karşı asla müsamaha tanınmayacağı…” yönündeydi. Ardından idari ve adli soruşturmalara zemin hazırlayan iddianameler hazırlandı…

Kırıkkale Üniversitesinde bildiriye imza atan hocaların kapısına “PKK’ya Destek Veren Hocaları Üniversitemizde İstemiyoruz!” yazıları yapıştırıldı. Bugün ise, gözlerimizi yine yeniden(!) kan, barut, yıkım haberleriyle açtığımız yeni bir günde, bu yıkımı ve ölümleri durdurmak için en meşru hak olan ifade özgürlüğünü kullanan Kocaeli ve Bolu Üniversitesinde görev yapan 15 akademisyen (Bu yazı yazıldığı sıralarda KOÜ’den 7 akademisyen daha aranıyordu) gözaltına alındı. Yine Gaziantep Üniversitesi Rektörlüğü de bildiriye imza atan Yardımcı Doçent Doktorlar Fulya Doğruel, Çağrı Aslan, Pınar Şenoğuz ve Rana Gürbüz hakkında soruşturma başlattı.

Yarın sıra kimde?

Türkiye linç tarihi, yazıcıları eliyle “1128’ler” adıyla yeni kıyımlarını kronoloji sayfalarına eklemeye başladı bile…