Ömer Turan'ın Beyanı

Yazar / Referans: 
Beyza Kural, Bianet
Tarih: 
10.10.2018

"Bu dava beraat ile sonuçlansa dahi, çözüm sürecine dönüş çağrısını yapanların ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaları, susturucu ve caydırıcı bir etki yaratmayı amaçlamaktadır."

Bilgi Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ömer Turan'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 30. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

9 Mayıs 2018 tarihinde hazırlanmış olan iddianame tarafıma ulaşmıştır. İddianamede tasvir edilen ve bu yargılamaya konu olan fiil, yani Ocak 2016’da “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atmak, suç değildir. Beraatimi talep ediyorum.

Ben doktora derecesini sosyoloji dalında almış, 10 yıldır üniversitede ders vermekte olan bir akademisyenim. Üniversitenin çoğulcu bir perspektife sahip olması gerektiğine inanıyorum. Bu çoğulculuk kamusal meseleler ile uğraşan ve eleştirel düşüncelerini dile getiren akademisyenleri de kapsamak zorundadır. Üniversiteyi üniversite yapan tam da farklı seslerin dile getirilebildiği bir mecra olmasıdır.

Eğer akademik özgürlük yoksa, üniversiteden de söz etmek mümkün değildir. Akademik özgürlük çerçevesinde üniversite mensupları hâkim öğretinin dayattığı sınırlamalara tabi olmaksızın, müfredatlarını düzenleme, tartışma, araştırma sonuçlarını yayınlama ve kişisel görüşlerini açıklama özgürlüğüne sahiptirler. Düşünce ve ifade özgürlüğünü koruma altına alan her düzenleme, her yasa ve anayasa maddesi ve her uluslararası sözleşme, akademik özgürlükleri de korumaktadır.

Bir sosyolog olarak ifade özgürlüğümü kullandığım için yargılanırken, sosyolojinin kurucularından Emile Durkheim’ın Sosyolojik Yöntemin Kuralları kitabını hatırlıyorum. Durkheim sosyolojinin kurucuları arasında radikal bir figür değildir. Radikal olmamasına karşın normal olan ile normal dışı olanın nasıl ayırt edileceği üzerine düşünürken sözü Antik Yunan’da Sokrates’in yargılanmasına getirir ve şöyle der:

“Atina hukukuna göre Sokrates bir suçluydu ve mahkûm edilmesinde hiçbir adaletsizlik yoktu. Buna rağmen suçu, yani düşüncesinin bağımsızlığı, sadece insanlık için değil, ülkesi için de yararlıydı.”

Durkheim’a göre Sokrates’in durumu istisna değildir, benzer durumlar tarihin farklı safhalarında yeniden ortaya çıkar. Yine Durkheim’a göre “bugün yararlandığımız düşünce özgürlüğü onu yasaklayan kurallar resmen yürürlükten kaldırılmadan önce çiğnenmeseydi, [bu özgürlük] hiçbir zaman ilan edilemezdi.”

“Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atmak suç değildir. Buna ilişkin hukuki dayanakları aşağıda ifade edeceğim. Fakat aynı fiil kapsamında açılmış diğer davalarda heyetlerin ceza verdikleri de hepimizin malumudur. Bu durum da adil yargılama ilkesi bakımından bir sorun teşkil etmektedir.

Durkheim’ın Sokrates’in yargılanmasına ilişkin tespitleri bize, düşünce ve ifade özgürlüğünün toplum için yararını hatırlatıyor. 2015’in sonuna gelindiğinde basında bir yandan valilikler tarafından ilan edilen 24 saat kesintisiz sokağa çıkma yasaklarının hukuki dayanakları tartışılıyor, diğer yandan sivillerin yaşam, barınma, sağlık hizmetlerine erişim hakkının engellendiği haberleri yer alıyordu.

Ayrıca, Türk Tabipleri Birliği, Diyarbakır Tabip Odası, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği gibi meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları tarafından Eylül ve Kasım 2015’te yayınlanan raporlar hak ihlallerinin boyutunu sergilemekteydi. Hak ihlalleri ile şekillenen bağlam, bu yargılamaya konu olan bildirinin yararını anlamamız bakımından önemlidir. Tam da bu bağlamda meslektaşlarımla birlikte imza attığımız bildiri, mütevazı ama çözüm sürecinden uzaklaşılmış olmasına yönelik belirgin bir itiraz olarak kayıtlara geçti.

Bildiride dile getirilen itirazın hak ihlallerinin yaşandığı kentlerde yaşayanlar için bir değeri olduğunu biliyorum. Bu bildiri o kentlerde yaşayan yurttaşlara, yaşanan hak ihlallerine kayıtsız kalmayanlar olduğunu gösterdi. Hak ihlallerine sessiz kalmayan bir perspektifi kamuoyuna sunarak, oradakilere Türkiye’nin başka kentlerinde de birilerinin onların dertlerini dert edindiklerini anlattı. Böylelikle, ayrıştırıcı yaklaşımların tersi bir duruş dile getirilmiş oldu. Bir sosyolog olarak bunun Türkiye toplumu için yararlı bir çağrı olduğunu düşünüyorum. Bildirinin özü barış çağrısıdır. Barışın gerekliğini, barışın kaçınılmazlığını dile getirmek ve yaşanan hak ihlallerine itiraz etmek suç değildir.

Türkiye haklar ve özgürlükler bakımından bir kriz dönemindedir. Bu dönemde hukuk sisteminin ikna ediciliği belirgin şekilde gerilemiş, kararlarda evrensel hukuku gözeten standart tutturma çabası yerini keyfilik izlenimine bırakmıştır. Yapılan araştırmalar yargıya güvenin toplumun genelinde azaldığını ortaya koymaktadır. Bugünün gazetelerini yıllar sonra arşivlerden okuyacaklar, “sembolik tutuklama” gibi insan hakları ile bağdaşmayan uygulamaların yaygınlığını ve neredeyse normalleştiğini göreceklerdir. Bu iddianamede de illiyet bağı olmaksızın bir dizi olayın arka arkaya sıralanması ve sanığın lehine olacak olgusal bilgilerin görmezden gelindiği görülmektedir.

Tek sanık olarak yargılanmakta olduğum bu davanın iddianamesine baktığımızda ne görüyoruz? İddianamenin geneline baktığımızda, iddia makamının devletin eleştirilemeyeceği fikrini esas aldığı görülmektedir. Bu yönüyle iddianamenin, 1982 Anayasası’nın başlangıç bölümünün ilk halinde yer alan “kutsal Türk devleti” yaklaşımını takip ettiği söylenebilir. Fakat devletin kutsallığını savunan bu görüş ilgili literatürde çokça eleştirilmiştir. Daha da önemlisi, 1995’te yılında “kutsal devlet” ibaresi Anayasa’nın başlangıç kısmından çıkartılmıştır.

Demokrasilerde, devlet kutsal kabul edilmediği gibi eleştiriden de muaf değildir. Devlet görevlileri kendilerini kural koyucu olarak görmemelidirler. Tam tersine, demokratik mekanizmalarla oluşturulmuş yasaların kendilerini de sınırladığını akılda tutmalıdırlar. Anayasa madde 25’te garanti altına alınan düşünce özgürlüğünün, Anayasa madde 26’da garanti altına alınan “düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkı”nın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 10’a konu olan ifade özgürlüğünün devlete yönelik eleştirileri kapsadığı muhakkaktır. Devleti kutsal olarak niteleyerek, devleti eleştirilemez kabul etmek demokrasi ile bağdaşmayan bir bakış açısıdır. Bu nokta, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atmanın neden suç teşkil etmediğine ilişkin birinci dayanak noktasıdır.

Bu bildiriye “müzakere koşullarının hazırlanması ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması” çağrısını önemsediğim, 2016 bağlamında bu çağrının acilen yapılması gerektiğine inandığım ve yukarıda tarif ettiğim çerçevede bu çağrının yararına inandığım için imza attım.

Söz konusu bildirinin özü müzakerelere dönüş çağrısıdır. Müzakerelere dönüş çağrısı suç olarak nitelendirilebilir mi? Bu soruyu değerlendirirken dikkate alınması gereken noktalardan biri de, bildirinin açıklandığı tarihte geçerli olan yasal mevzuattır. Bildirinin açıklandığı tarihte geçerli olan kanunlardan biri 6551 sayılı “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”dur. 10 Temmuz 2014’te kabul edilen bu kanun ile hükümetin çözüm süreci kapsamında gerekli çalışmaları yürüteceği hükme bağlanmıştır. Kanunun ikinci maddesi hükümetin “Gerekli görülmesi hâlinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına” karar vereceğini belirtir.

Bildirinin açıklandığı tarihte olduğu gibi iddianame hazırlanırken de geçerli olan bu kanunun sanık olarak yargılandığım dava bakımından önemi nedir? 1990’lar Türkiyesi’nde süre giden çatışmaların “siyasi çözüm” ile sonlandırılmasını savunanlar bir dizi soruşturmaya uğramışlardı. 1990’larda “siyasi çözüm” diyenler siyaset zemininden dışlanmışlardı ve “askeri çözüm” görüşü gidişatı belirlemişti. 2000’lerde ise “siyasi çözüm” görüşü daha sık dile getirilmiş; dahası, dönemin hükümetinin 2009’dan itibaren kimi örgüt mensuplarının geri dönüşleri için özel düzenlemeler yaptığı gözlenmiştir.

Ocak 2013’te ise Çözüm Süreci fiilen başlamıştır. 6551 sayılı kanunun mecliste kabul edilmesi ile birlikte, çözüm süreci hükümetin ya da bir partinin projesi olmaktan çıkmış, halkın iradesinin yansıdığı yasama organı tarafından onaylanmış, yasal bir çerçeveye dönüşmüştür. Akademisyenler gerek derslerinde, gerek kaleme aldıkları makale ve kitaplarda bu kanunun eksiklerini mutlaka tartışacaklardır. Fakat bu yasal çerçevenin Meclis’te kabul edilmiş olması önemlidir. İddianame bu yasanın önemine değinmemeyi tercih etmektedir.

Tekrar etmem gerekirse, Ocak 2016’da benim ve yüzlerce meslektaşımın imza attığı bildiri, bir müzakerelere dönüş çağrısıdır. Ve bu kapsamda bildiri 6551 sayılı yasanın uygulanmasına yönelik bir çağrı olarak değerlendirilmelidir. Devleti hukuka uymaya davet etmek suç olarak değerlendirilemez. Bu nokta, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atmanın neden suç teşkil etmediğine ilişkin ikinci dayanak noktasıdır.

İddianamede kimi AİHM kararları, gereken referans ve dava bilgileri verilmeksizin, anımsatılmaktadır. Fakat sanık lehine olan AİHM kararları göz ardı edilmektedir. Davanın sevk maddesinin gerekçesinde bile “AİHM şiddete teşvik edici nitelikte olmayan açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu belirterek, içeriğinde şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler yer almayan ya da kişileri silahlı isyana teşvik edici nitelikte olmayan açıklamalar nedeniyle bireylerin TMK’nın [Terörle Mücadele Kanunu] 7. maddesi 2. fıkrası çerçevesinde cezalandırılmasını ifade özgürlüğüne aykırı bulmaktadır” denilmektedir.

AİHM’in çok farklı dönemlerde aldığı kararlara baktığımızda bu davaya konu olan fiilin suç teşkil etmeyeceği açıkça gözükmektedir. Avukatlarım beyanlarında ilgili AİHM kararlarının bu yargılamayla ilişkisini detaylarıyla ele alacaklar. Bu nedenle benim AİHM kararlarına içeriklerini savunmamda aktarmam gereksiz olur.

Fakat kısaca vurgulamam gerekirse, 1976’daki Handyside kararına, ya da bu karardan tam 41 yıl sonra 2017’de verilen 2017 Dmitriyevskiy kararına baktığımızda şu genel ilkenin AİHM tarafından benimsenmiş olduğu görülmektedir:

Demokratik toplumun vazgeçilmez temel taşlarından birini oluşturan ifade özgürlüğü, sadece hoşa giden bilgi ve düşünceler için değildir. Devleti veya toplumun herhangi bir kesimini rahatsız eden veya onların görüşleri ile ters düşen bilgi ve düşünceler de ifade özgürlüğü kapsamındadır. Demokratik bir toplumda yapılan yorum ve çağrılar devletin kullandığı kavram ve terimleri takip etmek zorunda değildir. AİHM’in farklı dönemlerde tutarlı olarak vurguladığı bu ilke “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atmanın neden suç teşkil etmediğine ilişkin üçüncü dayanak noktasını oluşturmaktadır.

AİHM bahsinde şunu da ilave etmek isterim: Bir süredir hükümet, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ile AİHM’de görev yapacak Türkiyeli yargıcın belirlenmesi için temas halindedir. Bunun bu dava ile ilgisi nedir? Gösterilen adaylardan biri, yargılamaya konu olan fiili işlemiş, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atmış bir akademisyendir. Sanırım sadece bu bilgi dahi bildiriye imza atmanın suç olmadığını göstermeye yeter.

Bu yargılamaya konu olan bildiri, yukarıda da belirttiğim üzere, barışa yönelik bir çağrıdır. Ve toplumun diğer kesimlerinden barış çağrıları yükselmediği ölçüde bu bildirideki barış çağrısı ilk anda düşünülenden daha da önemli ve yararlı olmuştur. Bu bildiriye imza atanlar ciddi bedeller ödemişlerdir. Yüzlerce imzacı KHK’larla, yani yargı kararı olmaksızın, kamu görevinden ihraç edilmiş, çalışma ve seyahat hakları yargı kararı olmaksızın kısıtlanmıştır. Kamudan ihraçlara ilaveten, onlarca imzacı işlerinden atılmış, ya da hukuki olmayan şekilde disiplin soruşturmalarına maruz bırakılmıştır. İmzacılardan gözaltına alınanlar ve tutuklananlar dahi olmuştur.

Gelinen noktada bu yargılama da düşünce ve ifade özgürlüğüne ilişkin bir kısıtlamayı gündeme getirmektedir. Heyetinizin benim dosyama ilişkin vereceği karardan bağımsız olarak, yani başka bir ifadeyle bu dava beraat ile sonuçlansa dahi, çözüm sürecine dönüş çağrısının yapanların ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaları, susturucu ve caydırıcı bir etki yaratmayı amaçlamaktadır. Yani davaların açılmış olması dahi, başka yurttaşların kamusal alanda görüş belirtme, tartışmalara katılma ve bilgi yaymaktan korkar hale gelmesine yol açmaktadır. Elbette verilen mahkumiyet kararları bu caydırıcı etkiyi daha da arttırmaktadır.

Sunmuş olduğum dayanaklar çerçevesinde beraatimi talep ediyorum.

(ÖT/BK)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/201535-omer-turan-in-beyani