Deniz Parlak'ın Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
07.11.2018

"Tam da bu toplumun üyesi olduğum için, toplum olmayı engelleyen her aşamada buna aykırı düşen her olgu ve olayı eleştirmek ve özgürce düşüncelerimi dillendirebilmem toplum olmanın gerekliliğini hatırlattığı içindir."

Kemerburgaz Üniversitesi'nden Öğr. Gör. Deniz Parlak'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

Bugün burada karşınızda “sanık” konumunda bulunmama neden olan ve tarafıma ulaşan iddianamenin “terör örgütü propagandası” yapmakla yargılanmamın gerekçesi olarak gösterdiği “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin “suç” olarak tanımlanması yalnızca tarihsel, siyasal ve toplumsal koşulların ürünüdür.

Neden mi? Çünkü hayatımın yaklaşık son on beş yılında edindiğim sosyal ve beşeri bilimler alanındaki yaklaşımlar, bilgiler ve bunun da ötesinde içine doğduğum toplum bizzat bunu söylüyor.

Toplum olmanın kökenini incelediğimiz antropoloji disiplini, bize insanlığın bundan yaklaşık 2.8 milyon yıl öncesinde ortaya çıktığını öne sürmekte. Ancak bugünün yaşayan insanına ilişkin ilk bilgiler yalnızca 50.000 yıl öncesine ait.

Homo Sapiens’in soyu tükenmemiş tek alt türü olan homo sapiens sapiens olarak niteler bizleri antropoloji. Kabaca anlamı “düşündüğünün üstüne düşünebilen insan”dır. Bugün dünya üzerinde yedi milyar olduğu tahmin edilen insanlarız, ve homo sapiens sapiens olarak varlığımızı devam ettiriyoruz.

Nihayetinde hepimiz yani hiç tanımadığımız, görmediğimiz ama dünya üzerinde yaşadığını bildiğimiz yedi milyar insanın tamamı “düşündüğünün üstüne düşünebilen insan”lardır, ancak içinde yaşadığımız toplumların yaşayış biçimlerinin bütünü, yani kültürlerimiz farklılık içermektedir.

Bu ne anlama gelir, Türkiye’de değil de dünyanın başka bir yerinde, örneğin bugün bizimle aynı zamanda yaşayan Amazon’daki Yanomami kabilesinin içinde doğmuş olsaydınız hayatınızda neler değişirdi?

Bir toplumun kültürünü yalnızca gelenek, görenek, örf ve adetlerin basit bir toplamı olarak kabul etmek, toplumun ilişkiselliğini kavramak açısından ciddi kusurlar içerir.

Halbuki, bir toplumun üyelerinin dünyayı kavrayışındaki temel etmenler; öğrenerek kuşaktan kuşağa aktardığı din, dil, değerler, normlar, siyasal karar alma süreçleri, yasaları, geçim kaynakları bir bütün olarak KÜLTÜR’ü oluşturur.

Bununla birlikte görüyoruz ki, kültür durağan değil, değişkendir. Topluma esas niteliğini kazandıran şey, tam da bu değişken kültürü bir arada, tüm üyeleriyle birlikte sürdürebilmektir.

Nihayetinde, Türkiye toplumunun bir arada yaşayıp yaşayamaması, bu kültürü birlikte sürdürüp sürdürememesine bağlıdır.

Bundan yaklaşık üç yıl öncesinde imzaya açılan ve bu davada yargılanmama konu olan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin “kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması” talebi tamamıyla bu biraradalığın sürdürülmesine yönelik bir çağrıdır.

Ancak Türkiye, yirmi birinci yüzyıl dünyasında hepimizin birlikte eşit ve sınıfsız, sömürüsüz, özgürce toplumsal normlarımızı belirleyebileceğimiz, öğrenilmesini ve aktarılmasını isteyeceğimiz bir yaşayış biçimine üyeleriyle karar verebilecek ilksel (ya da yanlış nitelendiği biçimiyle ilkel) bir toplum değil.

Türkiye devletli bir toplum. Yani üyelerinin bir devlete yurttaşlık bağı ile bağlı olduğu bir toplum. Dolayısıyla merkezileşmiş bir otoritesi, karmaşık ve farklı aşamaları olan bir sistemi ve sistemin merkezinde yer alan iktidar sahipleri var.

Türkiye toplumunun içine doğmuş bir üyesi olarak bu toplumun yaşayış biçimini, yani kültürünü, bizzat bu ilişkilerin içinde yer alarak öğrendim ben de.

Fakat devletin meşru kabul ettiği, suç saydığı ya da saymadığı eylemlerin sistemin merkezinde yer alan iktidar sahipleri değiştikçe, hatta aynı iktidar sahiplerinin tarihsel koşulları değiştikçe değişebildiğini de görüyor, deneyimliyorum.

Egemen olan iktidar ile birlikte toplumun normları ve suça konu ettiği unsurlar, eylemler, açıklamalar da değişmekte. Dolayısıyla meşruiyetin içeriği ve sınırları da değişmektedir.

Tam da bu nedenledir ki, günümüzde devletli toplumların merkezinde yer alan egemen iktidarların değiştiremeyeceği, yok sayıp, göz ardı edemeyeceği evrensel insan hakları kuralları sınırlandırılmıştır.

Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ne taraf olan tüm devlet vatandaşları düşünce özgürlüğüne, özgürce fikir beyanına sahip olduğunu düşünür. Bununla birlikte, yazılı hukuki kuralları nesnel bir biçimde sınırlanmış bir toplumda, bireyler egemen iktidarlar değişse de hukuki normların işleyeceğine olan inançla hareket etmektedir.

Dolayısıyla modern devletin, vatandaşlarına en temelde can ve mal güvenliği sağlayan, toplumsal denetimi eşit, adil ve özgürce tesis eden bir sistem sunması beklenmektedir.

İçinden geçtiğimiz dönemde 2015 yılında Doğu illerinde yaşanan, ulusal ve uluslararası basında genişçe yer bulan, bağımsız ulusal ve uluslararası kurumların raporlarına yansıyan çatışma döneminde, vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlaması gereken de bizzat devletin kendisidir.

İster yasalaşmış, isterse sadece toplumsal duyarlılığın ve beklentinin bir sonucu olsun, davranış kuralları bütün toplumlarda yaşamı yönetir ve kişiler, gruplar arası ilişkileri düzenler.

Örneğin, bir kişinin kendi annesine bakması normal kabul edilir, ama sokakta kanlar içinde gördüğünü bir anneyi evine alıp barındırması etik bir davranıştır; kişinin kendi çocuğunu beslemesi kabul edilebilir, hatta beklenir bir davranışken, hiç tanımadığı bir çocuğun yaşamı için mücadele vermesi toplumsal aidiyetten kaynaklanır.

En başta sözünü ettiğim gibi, içine doğduğum toplum birlikte barış içinde yaşanabileceğini öğrettiği için, zihnimde üçüncü bir göz açan bilimsel bakış açısı toplum olmanın gereklerini hatırlattığı için bizzat devletten talep ettiğim çözüm ve bir arada yaşayabilme olanağı bugün hala geçerliliğini korumaktadır.

Ben Türkiye toplumunun bir parçası olarak eşit, adil, özgürce ve çeşitlilik içeren tüm renkleriyle birlikte toplum olabilmeyi başarmayı istediğim için bu bildiriye imza attım.

Ayrıca henüz üniversite sıralarında ilk yılımı tamamlamışken kararını verdiğim biçimde, ideal saydığım üniversite kürsülerinde sekiz yıl araştırma ve öğretim görevliliği yaptıktan sonra ama yolun başındayken sadece bugünün suç sayılan, yasaklanan kelimesi “barış” dediğim için görevimden atıldım.

Bu bildiri kaleme alınmadan hemen önce 2015 yılında olaylar yaşanırken, Şırnak’tan üniversite eğitimi için gelmiş bir öğrencimin, toplumsal ötekileştirmeden ve dezavantajlı konumda olmaktan söz ettiğimiz bir derste “hocam arkadaşımın annesi bir haftadır kapısının önünde ölü, ölüsünü gömemiyorlar. Biz zaten bu toplumun ötekisiyiz” dediği anda anlattıklarımın hepsinin somut gerçekliğini yitirdiğini, toplum olmaktan çoktan vazgeçtiğimizi düşünmüştüm.

Bu düşünceyle savcının hazırladığı iddianamede “alenen terör propagandası mahiyetinde” olduğunu öne sürdüğü, söz konusu bildiriyi imzalamak benim için yalnızca toplumsal birlikteliğe ve toplum olma vasfının gerekliliklerine yönelik yapılan bir çağrıya ortak olmak anlamı taşımaktadır.

Ritsos’un şiirinde yazdığı gibi “çocuğun gördüğü düşse barış”, Türkiye toplumunun ötekisi olduğuna isyan eden öğrencimin düşlerine hep birlikte tutunabileceğimizi göstermek için elimden gelen yegâne şeydir.

Tüm bu çerçevenin ötesinde, savcının iddianamesi delillerle suç ispatını sağlamaya yönelik nesnel bir hukuki içerik taşımamaktadır.

Aksine öznel yargılarla kaleme alındığı açıktır. Her şeyden önce bugün bu davada tek kişi olarak yargılanıyorum, ancak iddianame 1128 kişiye yazılmıştır ve savcı 1128 kişinin hepsinin -hiçbir şekilde tanımadığım- Bese Hozat’la ilişkide olduğunu hatta talimat aldığını öne sürmektedir.

Bu durumda teker teker tüm sanıkların sözü edilen şahısla ilişkisinin somut kanıtlarla açığa konulmasına ihtiyaç duyulmayacak mıdır?

Bundan üç yıl değil de beş yıl önce yazılsaydı -ki yazılmasına gerek olmayacaktı- devletin merkezinde yer alan egemen iktidarın 16 Kasım 2013’te “76 milyonun bir olduğunu, beraber olduğu birlikte büyük Türkiye, yeni Türkiye olduklarını göreceğiz. Hiç endişeniz olmasın.” sözleri devam ediyor olsaydı bugün bu iddianame hazırlanmamış, ben de sanık olarak karşınızda bulunmamış olacaktım.

Ne var ki, tam da savcının iddianamede adeta itiraf ettiği gibi bildirinin manasını; zamanlamasına bakarak, hükümetin o dönemki politikalarına aykırı olma ölçütü üzerinden değerlendirmesi, savcının hükümetin değişen politikalarına her vatandaşın uyum sağlamasını beklediği anlamını taşımaktadır.

Oysa, bir ülke vatandaşı olmak devleti ve egemen iktidarı eleştirmemek, sorgulamamak anlamına gelemez.

Tam da bu toplumun üyesi olduğum için, toplum olmayı engelleyen her aşamada buna aykırı düşen her olgu ve olayı eleştirmek ve özgürce düşüncelerimi dillendirebilmem toplum olmanın gerekliliğini hatırlattığı içindir.

Son olarak savcının “Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesinin 2. fıkrasında yer aldığı biçimiyle “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak”la yargılanmamı ve benimle birlikte yüzlerce akademisyenin yargılanmasını istediği iddianamesinin hiçbir somut kanıta dayanmadığı aşikardır.

Üstelik bu bildiri, tam da buna karşı çıkarak şiddetten uzaklığı savunmaktayken. Bu nedenle, iddianamedeki tüm suçlamalar en başında sözünü ettiğim gibi değişen tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür.

Bu bildiriyi imzalamama olanak veren şey dünya üzerindeki tüm insanlar gibi “düşündüğünün üzerine düşünebilen insan” olmamdır.

Bütün bu nedenlerle ve ortada herhangi bir suç olmadığı için derhal beraatımı talep ediyorum.

(DP/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/202422-deniz-parlak-in-beyani