Araçsallaştırılmış Konumlar, Nesneleştirilmiş Bedenler: Göçmenler Adına Konuşmak – Prof. Dr. Neşe Özgen ile Röportaj

Yazar / Referans: 
El Yazmaları
Tarih: 
18.05.2020

El Yazmaları’nın Notu: Korona günleri devam ederken, göç alanında çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Neşe Özgen ile göç, göçmenlik, devlet politikaları, göçmen emeği, salgın günlerinde göçmenlerin durumu ve sınırsız bir dünyanın imkânı üzerine yaptığımız söyleşiyi siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz. 

Öncelikle genel olarak göç ve göçmenlik üzerine konuşmak isteriz: Kimse isteyerek göç etmez elbette, her göçün bir nedeni vardır ve bu çoğunlukla bir zorunluluktur. Şu an gündemi pandemi kaplasa da aslında göç olgusu çok temel bir mesele ve bu koşullar altında da devam ediyor. Ama göçmenlik her zaman sadece göçmenlerle ilgili bir sorun olarak tartışılıyor. Oysa egemenler arası ilişkilerde “pazarlık malzemesi” durumuna getirildikleri durumları çokça görüyoruz. Siz genel hatlarıyla, göç ve göçmenlik üzerine neler söyleriniz? Göçmenlik egemen güçler için bir tehdit mi işlevsel bir araç mı?

Göç ve göçmenler üzerine konuşurken, uzaktan konuşmak esas biliyorsunuz:

Toplantılar göçmenler olmadan yapılır ve genellikle haber alabilmiş olsalar dahi katılamayacakları saatlerde ya da mekânlarda olur. Ve onların bilmedikleri dillerde. ‘Onlar’ adına herkes konuşmaya hazırdır: Yeter ki esasa konu olan cümleler yeterince uzun ve süslü, rakamlar inandırıcı olsun. Kimi zaman içten, kimi zaman heyecanla, kimi zaman bir mekanik mühendislik nesnesi olarak. Ancak kimse, gerçekten kimse dönüp kendisine sormaz: Peki, onlar neredeler? Neden burada değiller? Elden geçirilmiş, üzerinde türlü analiz tesisi edilmiş ve dinleyenin anlayacağı biçimde araçsallaştırılmış ”görüşmeler”, sayısız çeteleler ve bunların karşılığı olan yine sayısız bütçe hesapları.

Göçmenler ne bir künt bütünlük ne homojen bir karakter ne de kitlesel bir yapıdır. Tıpkı göçmenlik gibi. Ama bir farkla: Kimin ne şekilde göçmen kategorisine alınacağı, her zaman onlar üzerinde söz söyleyenlerin iktidarı altındadır. Diğer bir deyişle, sadece merkez devlet ve hükümetler değil, jargonun içindekilerin tamamı, bu “narative”i kullanır: Kimin hangi tür göçmen olacağı kararına katılamayanlar, sadece göçmenlerin kendisidir.

Hep kurban, hep masum, hep altta ve hatta en masum ve ölü kurban olmaya razı olarak, ibretlik bir gösteriye dönüşüp orada sabitlenerek kalmak demektir. Bu nedenle işlevseldir: Bir göçmenin-mültecinin kendisi dışında belirlenmiş bir kalıbın içinde yaşamak ve ölmekten başka çaresi pek yoktur.

Bu nedenle, örneğin Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerine doğru olan ve daha doğudaki ülkelerden yapılan göçler göz önündedir sadece. Bu nedenle Afrika içinde ülkeler arası büyük hareketler, Orta Doğu içindeki kitlesel sürgün ve yer değiştirmeler, Uzak Doğu’daki ve Hindistan’daki mezhep ve inanç katliamlarının sebep olduğu kitlesel göçler ve savaşa bağlı olmayan nedenlerle yapılan göçler (kıtlık- iflas- yaşam kaynaklarının kuruması vb.) dikkate alınmaz. Bu nedenle göç ve yer değiştirmelerin saptanması, hangi grupların kırılgan statüsüne alınacağı ve kimlerin adına konuşulmaya değer olduğu vb. konusundan başlayarak zaten, göçmen ve göçmenlik tamamen işlevsel bir ‘sorun alanı’ olarak kurulur. Bu tanımın kendisi başlangıcından itibaren süreci de neredeyse tamamen betimler, kıskaca alır ve tüm diğer kategorileri de görünmez kılar: Mülteci ve göçmen statüsüne bir kez indirgendiyseniz artık sizden bir daha sanatçı, akademisyen, iş insanı ya da köylü olarak söz edilmez.

Cinsiyetlendirilmiş ve işgücü olarak indirgenmiş olduğunuz her statünün başına önce “mülteci-göçmen” sıfatı eklenir, ki bu da eğer olumlu bir şekilde söz edilecekse genellikle bir “ama” bağlacıyla tamamlanır: “Mülteci müzisyen ama …, mülteci iş insanı ama…” gibi. Tersi daha yaygın olarak göçmen-mülteci sıfatının tüm yaralayıcı-kaba-ayrımcı dile eşlik etmesiyle belirir: Suriyeli hırsız, Afgan çöp toplayıcısı, Iraklı soyguncu, Rus mafyası vb.

Bu dil, eğer indirgendiğiniz kategoride sığınmak istiyorsanız (ki genellikle başka bir şansınız da yoktur), verilene gösterilmesi gereken minnetin sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla başlar, boyun eğmenin ve itaatin tüm gerekleriyle devam eder. Doldurulacak sayfalarca belge, kanıtlanması gereken ve tekrar tekrar kanatılan, sorgulanan yaralar, daha açıkça ve hep daha çok söylenmesi gereken ancak belirli kategorilerde söylenmesi ve kanıtı gerekenlerin arkası hiç gelmez.

Bu nedenle, tanımından başlayarak göçmenlik sadece bir yurdu kaybetmek değildir. Sonu gelmez bir itaat zincirine hapsolamaya da razı olmak, hep belirlenmiş biçimlerde kalmaya zorlanmak ve eğer size sunulan bir “şey” varsa itaatlice ve minnetle kabul etmek ve olabildiğince masum olmaya çalışmak demektir. Hep kurban, hep masum, hep altta ve hatta en masum ve ölü kurban olmaya razı olarak, ibretlik bir gösteriye dönüşüp orada sabitlenerek kalmak demektir. Bu nedenle işlevseldir: Bir göçmenin-mültecinin kendisi dışında belirlenmiş bir kalıbın içinde yaşamak ve ölmekten başka çaresi pek yoktur.

İşlevseldir: Zira ibretlik bir nesne olarak, ev sahibi ülke vatandaşlarına da vatanlarının, haklarının ve özellikle devlet sistemlerinin ne kadar da kıymetli olduğunu göstermek için kullanılır. Dolayısıyla, aslında kitleselleşmiş göçler derken “tanımlanmış olan” ve “indirgenmiş olan”dan söz etmek zorunda bırakılırız.

Açılıp kapanan sınırlar… Gitmekle kalmak arasında kalan mülteciler… İlk sorudaki durumu özellikle Türkiye’de fazlasıyla görüyoruz: Mülteciler diğer devletlere karşı bir “koz”, “tehdit unsuru” olarak kullanılıyor. Türkiye’nin göç politikası neyi amaçlıyor?

Bugün sürekli dile getirilen ve farklı kıyas kategorileriyle asla kanıtlanmayan bir bilgi olarak, Türkiye’nin göç-göçmen politikasındaki kıyıcılığının üzerini örtmek için kullanılan “şu kadar milyon göçmen barındırıyor” olma retoriği, jargon olarak çok tehlikeli bir ayrımcılığın üzerini örtmek için de kullanılıyor: 3,5 milyon “misafir” statülü kayıtlının sadece 280 bini kamplarda kalabiliyor. Sadece son Orta Doğu savaşının mülteciler-göçmenleri dahi dikkate alınsa Türkiye’nin barındırdığı (desteklediği demiyorum) mülteci-göçmenin nüfusuna oranı sadece %4-4,5’tir. Bu oran, örneğin nüfusun neredeyse %40-55’i değişmiş olan Lübnan, Ürdün gibi komşu ülkelerle kıyaslandığında ya da seçerek mülteci-göçmen alan Almanya, Fransa vb. kıta Avrupa ülkelerinin bu alımı neredeyse son 40-50 yıldır yapmakta olduğunu düşündüğümüzde, gerçekten bir hiçtir. Ancak neredeyse tamamen “Türkiye’nin mülteci-göçmen dostu olduğu”na dair bir retorik sürekli buradan besleniyor.

Türkiye’nin göç ve mülteci politikalarındaki sabit algının 1945’den kalan tanım ve yasalar olduğunu her zaman söylüyoruz: Yani yüksek statülü göçmen Batılı, düşük statülü olan da Doğuludur. Ancak bunların içine örneğin kitlesel olarak çalıştırılmak üzere, örneğin demir çelik komplekslerine getirilen ve neredeyse hayata hiç karıştırılmayan Çinli göçmenlerle ya da ev kölesi vb. olarak kullanılan kadın göçmenlerle daha yüksek statüde maaşlı Koreli, Hintli ve veya Çinlilerin statüsü de değişiktir. Dolayısıyla bu yasalar da aynı çalışma iznine sahip olmalarına rağmen gelinen ülkenin sınıf aidiyetlerinin, bu göçlere aracılık edenler aracılığıyla, yeni ülkeye ne kadar hızla taşınmakta olduğunu da gösterir.

İbretliktir zira hem kendi vatandaşına hem göçmenlere gözdağı olarak ve üstüne devletin tüm olanaklarını kullanarak oluşturduğu mülteci “politikası” Türkiye’yi aynı zamanda Orta Doğu’nun arka bahçesi haline de getirmiştir.

Öte yandan, özellikle Orta Doğu ve Afganistan vb. savaş sürgünlerinin AKP’li yıllarda çok başka bir ayrıştırıcı kategori içine sokulduklarını da gördük: Mezhepleri ve kabile-aşiret bağları, İslamcı-Neoliberallerin o ülkedeki düşman ve dost kabullerine göre de belirleyici oldu. Bu aslında yeni olmasa da çok keskin bir biçimde AKP’nin Orta Doğu’da savaşa taraf olmuş güçlerden birisi olması nedeniyle çok güçlü uygulandı.

Bunlar ağırlıklı olarak Sünni, Arap ve Suriye içindeki Türkiye’nin savaş yancısı gruplarından getirilmiş ailelerdir. Öte yandan, Türkiye, gerek göçmenleri statüsüz bırakmasıyla, gerek sayısal olarak da kategorik olarak da mülteciler arasında mezhep-inanç-yaşama farklarını körüklemesiyle gerekse göçmenlerin ulaşabileceği tüm alanları merkezleştirmesi ve İslamlaştırmasıyla son derece ırkçı ve ayrıştırıcı bir dengesizliği sürdürüyor. Bu alanda çalışan akademisyenlerin tamamının sadece devlet izinli olarak çalışması, STK’lerin ancak devlet izni verildiği ölçüde mülteci-göçmenlerle birlikte hareket edebilmesinden tutun, göçmenlerin kendi örgütlenmelerinin üzerindeki baskılar da ibretliktir. İbretliktir zira hem kendi vatandaşına hem de göçmenlere gözdağı olarak ve üstüne devletin tüm olanaklarını kullanarak oluşturduğu mülteci “politikası”, Türkiye’yi aynı zamanda Orta Doğu’nun arka bahçesi haline de getirmiştir.

Bu koz olarak kullanma politikasının geleceği son noktayı da Edirne’ye kimi zaman açık kimi zaman gizlice atılıveren binlerce mültecinin ara bölgede yaşadıkları korkunç kıstırılmışlıkta gördük: On binlerce insan günlerce saklı-açık biçimde sınıra taşındı; geçmeleri için teşvik etmekten, arkalarından gaz fişekleri atarak sınıra sürmeye, kaçakçıların rahat rahat “izinli geçirici” olduğunu söylemelerinden, rotaları habire değiştirmeye kadar birçok felaketin yaşandığı o meşum Mart 2020’den söz ediyorum. Devlet denetimli hiçbir gözlemci-STK raporunda söz edilmeyen ciddi bir insanlık felaketi ama aynı zamanda da bu ayrımcı ırkçı ve koz politikalarının geldiği yeri göstermesi bakımından da sayısız dersle doludur.

Salgın öncesi Türkiye’de yapılan bir ankette bazı salgın hastalıkların, mesela uyuz gibi, ülkede yayılmasının birinci sebebi olarak göçmenleri gören büyük bir oran vardı. Salgınlar göçmen algısını nasıl belirliyor?

COVID-19 ile başlamayan ancak daha öncesinde de her tür hastalık ve dertten sadece dışardan geleni sorumlu gören bu kışkırtılmış dil, virüs ile birlikte daha görünür olmaya başladı. Göçmen sağlık hizmeti, en alt basamak zorunlu servisler dışında zaten yoktu. Kayıtsızlık, kötü ve güvensiz şartlarda ve sömürüden fazlası hatta ölümle burun buruna çalıştırılma dayatması virüsle birlikte daha da artmış görünüyor. Temel sağlığa erişmenin zorlukları ve ileri hizmetlerin fiyatları, hastalıkların zaten kırılgan ve uzun bir dönemden geçerek gelen göçmenlerin kırılganlığını artırıyor. Öte yandan, elbette nasıl işveren yerlinin merdiven-altı işyerleri varsa mülteci-göçmenlerin de kendi informal ve illegal sağlık zincirleri var. Bu çok sorunlu bir alan, zira her tür illegaliteye ve salgına da açık bir zemin yaratabilir. İlacın ve tedavinin temininden, sisteme kayıtlı olamayacaklarına kadar her türden tehlikeye iyice açık hale geliyor göçmenler.

Göçmen emeği üzerine de konuşmak istiyoruz. Dünya kapitalizminin göçmenler üzerinden elde ettiği kâr ve bunun biriktiği sektörler, kadın emeğinin buradaki konumu üzerine neler söylemek isterseniz? 

Göçmen emeği hem sömürüye daha açık hem de en önce feda edilecek emek olarak iyice belirginleşti biliyorsunuz: Sadece Türkiye’de değil ve sadece tarım için değil, endüstri ve hizmetler alanında da göçmen emeği ilk ziyan edilecek ve en fazla sömürülecek bir emek. Bu iki taraflı düşünülmeli: Hem giderek daha çok göçmen ve daha çok kırılganlaşıyor. Ve hem de giderek daha çok göçmen emeği yedek emek olarak da olsa pazarın içine giriyor. Hemen her ülkede göçmen emeği özellikle pandemi döneminde daha çok kullanılır hale geldi. Bu durum bir yandan düşük ücret düşük güvenceli alt grup işlerdekilerin işlerini kaptırdıkları için kızgınlığını körükler, bir yandan da göçmenlerin kalıcı bir iş-çalışma profesyonelliğini geliştirebilmelerini de sağlayabilir.

Salgın öncesinden başlayan ve salgınla birlikte artık gizlenemez hale gelen, kronik yolsuzluk ve soyguncu bir ekonomi politikasının salgın sonrasında gerçekten bıçağın artık eti geçip kemiğe dayandığı bir büyük resesyonla sonuçlanacağını da hiç unutmadan; tüm makro ve mikro politikaların yeni bir örgütlenme dilini, yeni bir örgütlenme başarısını hayata geçirmesi gerekiyor.

Mesele bu süreçten kayıtlı olabilmelerini ve salgın hafiflediğinde yok sayılmadan çıkabilmenin yollarını yaratabilmekte. Ancak şu anda en görünmez ve sesleri duyulmaz olan kesimlerden biri oldukları unutulmamalı.

Bildiğiniz üzere göçmen iş politikaları Kıta Avrupası’nda daha çok liberallerin çalışma ve söz söyleme alanıdır; Türkiye‘de ise sağ ve toleransçı bir din söylemiyle beslenip denetleniyor. Bu dil alanından başlayarak öncelikle göçmenlerin bizzat kendileriyle birlikte yeni bir birliktelik alanının acilen örülmesi tüm örgütlenmelerin önündeki en acil görevlerden birisidir. Salgın öncesinden başlayan ve salgınla birlikte artık gizlenemez hale gelen, kronik yolsuzluk ve soyguncu bir ekonomi politikasının salgın sonrasında gerçekten bıçağın artık eti geçip kemiğe dayandığı bir büyük resesyonla sonuçlanacağını da hiç unutmadan; tüm makro ve mikro politikaların yeni bir örgütlenme dilini, yeni bir örgütlenme başarısını hayata geçirmesi gerekiyor.

Ve son olarak, birlikte bir çıkışı inşa etmek ve sınırsız bir dünya yaratmak için göçmenlerle dayanışmayı, göçmen örgütlenmelerinin önemli olduğunu düşünüyoruz. Neler yapılabilir? Neler yapılmalı?  

Bu yeni dil, liberallerin ya da sağ popülizme boyun eğmiş olan CHP vb. partilerin toplumu kendisi için yararlık ilkesinden uzaklaştırıcı ‘yatıştırıcı-sinsi’ dilinden beklemez. Kendi pusulamıza dayanmalı, özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın temel değerleri üzerinde ısrar etmeli ve çokluk, zayıflar ve yoksullar için savaşmaya devam etmeliyiz. Ayrıca değişmeliyiz. Kitlelere hitap etmeli, halk direnişini desteklemeli ve tüm çalışan kategorilerini örgütlemeli, şimdi bildiğimiz dünyadan daha kötü ve aynı zamanda daha istikrarsız bir dünya olan şafak vaktinde ayık kalmalıyız. Ama bunlar yeterli değil.

Bugün yine popüler kurtuluşta ısrar etmeli ve bize doğru hızlanan otoriter yıkıcılığa direnen dayanışma ve hareket ağları oluşturmaya odaklanmalıyız. Sol geleneklerimizde ve bunların Kürt hareketiyle de sınanmış ve tartışılmış yeni alanlarında bu gücümüz ve hafızamız vardır. Halkın erişebileceği bir dilde, yeni bir toplum için gerçekçi bir kolektivist ve eşitlikçi proje geliştirmemiz ve önermemiz gerekiyor, çünkü yakında eski olanın geri dönmeyeceği açık olacak. Bunun için, devlet eyleminin yeni alanlarını, araçlarını ve hedeflerini eleştirel olarak incelemeli, parçalanmış kalan bir sol ve işçi sınıfını pekiştirmeye yardımcı olmalı ve ayrıca yakın zamanda kapitalist düzenden yabancılaşmış katmanları birleştirmeliyiz. Son olarak, yönetici sınıfın yeni “reformist” bölümlerinin projelerini kendimizle karıştırmaktan kaçınmalıyız. Uzun bir yol bu. Ama zaman daha azıyla yetinecek zaman değil.

Kaynak: https://elyazmalari.com/2020/05/18/aracsallastirilmis-konumlar-nesnelest...