Üniversitenin Ötesinde Dayanışma, Mücadele ve Arayışlar: KODA, Sokak Akademisi ve Kültürhane ile Söyleşi

Yazar / Referans: 
Talita Yaltırık / Lütfü Doğan, Textum Dergi
Tarih: 
25.10.2020

Textum Dergi olarak bulunduğumuz yeri -üniversiteyi- sorgulamayı hedeflediğimiz bu dosyamızda bilimsel, özgür, demokratik bir üniversite fikrini canlı tutmak amacıyla Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA), Sokak Akademisi ve Kültürhane gibi farklı biçimlerde kurulan, bilgi üretimine ve paylaşımına ilişkin çeşitli düşünce kaynaklarından beslenen; ancak tüm farklılıklarına rağmen bilgiyi, formal eğitim süreçlerinin ve kurumlarının dışında bir dayanışma fikri içerisinde üretmeye ve paylaşmaya çalışan deneyimleri bir yuvarlak masa etrafında bir araya getirdik.

Üniversite eğitiminin bilimsel niteliğinin günden güne aşındığı, eleştirel ve özgür düşüncenin baskı altına alındığı, buna karşı mücadele eden akademisyen ve öğrencilerin de üniversiteden uzaklaştırılmaya çalışıldığı bir süreci uzun zamandır deneyimliyorduk. Ancak özellikle 2016 itibariyle üniversitelerde yaşanan ihraçlar, üniversitenin piyasa ve egemen sınıflar ile ilişkisini sorgulayan, eşit, özgür ve demokratik bir yaşamı savunan ve bu anlamda toplum yararına bilimsel üretim yapmaya çalışan pek çok akademisyeni üniversiteden toplu bir biçimde uzaklaştırdı. Yaşanan tasfiye süreci, mevcut üniversiteyi sorgulayan, bilimsel ve demokratik bir üniversite fikrine yönelik arayışın her zamankinden daha kıymetli hale geldiğini acı bir biçimde hatırlatmış oldu. Bu süreç, bir yandan yaşanan tasfiyelere karşı mücadele etmeyi amaçlayan, diğer yandan ise bilimsel üretimi üniversite dışında ve ‘ötesinde’ sürdürmeye çalışan yeni deneyimleri ortaya çıkardı.

Textum Dergi olarak bulunduğumuz yeri -üniversiteyi- sorgulamayı hedeflediğimiz bu dosyamızda, sözü edilen deneyimlerden ve onların pratiklerinden yola çıkarak bilimsel, özgür, demokratik bir üniversite fikrini canlı tutmak istedik. Bu amaçla, Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA), Sokak Akademisi ve Kültürhane gibi farklı biçimlerde kurulan, bilgi üretimine ve paylaşımına ilişkin çeşitli düşünce kaynaklarından beslenen; ancak tüm farklılıklarına rağmen bilgiyi, formal eğitim süreçlerinin ve kurumlarının dışında bir dayanışma fikri içerisinde üretmeye ve paylaşmaya çalışan deneyimleri bir yuvarlak masa etrafında bir araya getirdik. Yaşanan sürecin muhasebesi, ortaya konulan pratiklerin düşünsel-teorik dayanakları, mekânsal örgütlenmeleri, bulundukları şehir ve yerelle olan ilişkileri, pandemi sürecine ilişkin deneyimleri, mevcut üniversite ve akademi fikrine ilişkin yaklaşımları gibi bir dizi tartışma başlığı etrafında; KODA’dan Hakan Koçak, Sokak Akademisi’nden Yasin Durak ve Kültürhane’den Ulaş Bayraktar ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi “Üniversite: Eğitim, Bilim, Mücadele” konulu dosya kapsamında okurlarımıza sunuyoruz.

Textum Dergi adına davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Tartışmaya bu tür bir söyleşiyi planlarken ve başlık üzerine kafa yorarken bizi düşündüren bir nokta üzerinden giriş yapmak istedik. Sokak Akademisi, Kültürhane ve KODA gibi bilimsel üretimi ‘üniversite dışında’ sürdürmeye çalışan ve sıkça “alternatif akademiler”, “dayanışma akademileri” gibi isimlerle anılan pratikleri; ortaklıkları ve farklılıkları ile birlikte düşünerek ‘akademi’ kavramı etrafında bir araya getirmek ve ‘üniversite’ dışında konumlandırmak konusunda tereddütte kaldığımızı fark ettik. Bu tereddüt bizi ‘akademi’nin ya da ‘üniversite’nin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği ve bu pratiklerin nasıl bir ‘üniversite’ tahayyülüne dayandığını düşünmeye itti. KODA tarafından düzenlenen “Üniversitenin Ötesinde: Eleştirel, Özgürleştirici ve Dayanışmacı Arayışlar” konferansının başlığından ilhamla ‘üniversitenin ötesinde’ bir araya geldiklerini söyleyebileceğimiz bu pratikler, kendilerini ‘hangi’ üniversitenin, ‘neresinde’ tanımlıyorlar? Buradan hareketle, Sokak Akademisi, Kültürhane ve KODA gibi pratikleri, ortaya çıktıkları koşullar ile ilişkileri içerisinde nasıl değerlendirirsiniz?

Hakan Koçak: Öncelikle sağ olun, Textum’a, herkese teşekkürler. Sorduğunuz soruyu biz de sorduk, üstüne bir de sempozyum yaptık. Türkiye güncelinde bu pratiklere tam olarak bir isim vermek, sanıyorum ki pek kolay değil, çünkü şöyle bir sorun var: Kapitalizmin geldiği aşamada, üniversiteye adını veren temel ilkeler üniversitenin çıkış noktasından hayli uzaklaşmış durumda. Dolayısıyla, içinde görev yaptığımız yerler gerçekten akademi midir; yani özgür bilimin yapıldığı, eleştirel düşüncenin hayat bulduğu yerler midir, bu zaten bir tartışma konusu. Öte yandan, Türkiye’de bir çifte soru var tabi. Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinden beri üniversite, aslında başka birçok coğrafyaya göre, devletin ideolojik aygıtı olarak çok daha fazla rol aldı ve defalarca çok ağır tasfiyelere uğradı. Dayanışma Akademileri ve başka adlarla oluşturduğumuz oluşumlara neden olan büyük tasfiye de bütün bunların üzerine en ağırı olarak geldi. Dolayısıyla her zaman güncel bir bağlamı ve boyutu var bu sorunun.

Güncel bağlamıyla, üniversitede görevli olan akademisyenler, üniversiteden ihraç edilip görevlerini sürdüremez olunca, akademik faaliyetlerini kolektif olarak sürdürmek adına alternatif oluşturdular gibi gözüküyor. Daha genel baktığımızdaysa, örneğin KODA’yı oluşturanların tamamına yakını olarak, aslında Kocaeli Üniversitesi’ndeki görevlerimizi sürdürürken de kısaca NBÜ dediğimiz “Nasıl Bir Üniversite” adında bir meslek platformu içindeydik. Mevcut üniversiteyi farklı düzeylerde sorgulayan, tutum almaya çalışan ve ortak olarak bu tutumu geliştirmeye çalışan bir kolektiftik. Dolayısıyla, bu sorgulama aslında ihraçlardan, yani bu tasfiyenin en ağır biçiminden önce de vardı. Mekândan kapısındaki güvenlikçiye, ders yapma biçimlerinden ders içeriklerine; toplumla bilginin kurduğu bağa kadar pek çok konuyla beraber üniversitenin demokratikliği, akademisyenlerin kendi yöneticilerini seçme, akademik unvanların alınması süreçleri gibi şeyler zaten bir ölçüde sorgulanıyordu. Tabi bu ağır tasfiyeden sonra bu sorgulama bir yanıyla daha da derinleşti. Diğer yandan da tümüyle özgürleşmiş olduk bu sorgulamayı yaparken. Belki öyle bir imkân sunmuş oldu bize.

Bütün bunları söylerken, aslında ismini andığımız üniversitenin ötesinde sempozyumundaki tartışmalarda gördük ki, bazı şeyleri teorik olarak söylemek başka bir şey, ona uygun pratikler geliştirmek başka. Dolayısıyla, öz-eleştirel ve samimi olacak olursak –ki olmamız gerekir- aslında Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde biz de mevcut üniversitenin çok dışında, ötesinde, özellikle pedagojik olarak özgürleştirici bir bilim ve eğitim pratiği geliştirebildik mi, bunda iddialı olmamak gerekir diye düşünüyorum. Tabi bir de güncel durum çok belirleyici oluyor, yani en başta KODA’yı bizim oluşturmamız bir iddiaydı; bir ayakta durma, bir tür meydan okuma, bir boyun eğmeme haliydi; sözcüğün en genel anlamıyla bir politik tavırdı. Bu tavrı göstermek için de özellikle “dayanışma” ismini seçti: Dayanışarak ayakta durmak ve hep birlikte tutum almak. Hâlbuki bunun ötesinde, idealimizdeki özgürleştirici bilimsel pratiği yapmak daha uzun aşamalar gerektiriyor. Daha çok tartışmak ve çeşitli pratikler ortaya koyup sorgulamak gerekiyor. Biz belki bunun nüvelerini bulabildik diye düşünüyorum, kendi adıma konuşacak olursam. Yine de bu arayışımız sürüyor.

Biz aynı zamanda zaten o andığımız sempozyum da dahil, bir arayışı da sürdürmeye çalışıyoruz. Mevcut dünya ve Türkiye koşullarında başka türlü bir üniversite mümkün mü, ya da gerçek akademinin çıkış mantığına ve özüne uygun; eğiten-eğitilen ikiliğinin aşıldığı, özgürleştirici, ortak bilgi üretilen, hiyerarşik ilişkilerin olabildiğince aşılmış olduğu bir üniversitenin nüvesini oluşturabilir miyiz? Bizim bu arayışımız sürüyor. Kimi şeyler yakaladık gibi ama çok idealize etmek de doğru gelmiyor bana. Bu arayışı belki bu tür tartışmalarla da derinleştiririz.

Ulaş Bayraktar: Üniversite deyince neyi düşündüğümü ele alınca dört nokta geliyor aklıma; dört işlev, dört varoluş sebebi. Bunlardan biri, bizim biraz ihmal ettiğimiz bir nokta: Üniversite aslında en gerçekçi anlamda bir işveren. Yani gidip maaş aldığımız, kadro aldığımız, unvan aldığımız bir yer. Dolayısıyla birinci boyutu bu; Türkiye’deki üniversiteleri düşündüğümüzde belki de en sağlam boyutu, ekmek kapısı diyelim yani. İkinci boyutu ise, bilginin üretildiği bir yer olması. Üçüncü boyutu, üretilen bilginin aktarıldığı bir yer, yani üretim ve dağıtım mekanizması olması. Belki de o esnaf boyutunun en ucunda da kantin boyutu var; yani üniversite aynı zamanda sosyal bir alan. Şu anda uzaktan eğitimde en eksik olan şey, ders saatleri sonrasındaki öğrenci-hoca, öğrenci-öğrenci ya da hoca-hoca ilişkisinin sekteye uğramış olması. Dolayısıyla ben üniversiteyi işveren-işçi boyutu, üretim boyutu, dağıtım boyutu ve sosyalleşme boyutu olarak dörde ayırıp ele alıyorum. Benim üniversite olarak düşündüğüm, bu dört işlevi yerine getiren bir mecra. Detaylandırmayayım, bu herkesin malumu herhalde değil mi?

Şunu da söyleyeyim: Bilgi üretimi –yani nasıl, ne şekilde, ne için bilgi ürettiğimiz- işin siyasal işlevine dair de bir takım muhteviyat barındırıyor içerisinde. Yani siz bilgiyi; iktidarı ve müesses nizamı yeniden üretmek için kullanabileceğiniz gibi onun alternatifi için de kullanabilirsiniz. Dolayısıyla, bilgiyi nasıl ürettiğinizin farklı biçimleri var. Bu bilgi üretim ve dağıtım işlevi, belki de siyasal boyutunun en temel bileşeni gibi geliyor.

Yasin Durak: Aslında bir yandan ben de beşinci boyut olarak onu söyleyecektim: Üniversite, siyasal aktivitenin içeriğine kavuştuğu yerdir. Türkiye’de ilk defa bu tarz çalkalanmalar 1940’larda Dil Tarih Coğrafya tasfiyesiyle oluyor, biliyorsunuz. NATO’ya asker gönderilmesine karşı çıkan akademisyenler komünizm propagandası nedeniyle atılıyor. Yanı sıra, on iki yıl sonra, 1960’ta da ilk öğrenci cinayeti, gösteriler sırasında Adnan Menderes Hükümeti tarafından işleniyor. Üniversitelerin siyasal bir mecra olduğunu gösteriyor bu bize.

Ulaş’ın dikkat çektiği de zaten bilginin nasıl iletileceği, nasıl paylaşılacağı konularıydı. Çoğumuz yaşamışızdır, Hakan hoca da, Ulaş hoca da. Mesela dersinize bazen polis gelir dinler, daha sonrasında da bu sürekli devam eder. Yani bu, bilgi verme biçiminin siyaseten tehlikeli olabileceği noktasına denk düşüyor. Bu durum, sosyalist hareket içerisinde bir alternatif akademik faaliyet çerçevesi oluşmasını tarihsel olarak teşvik etmişti. Sosyalist siyasi partiler yıllarca kendileri iç eğitim yaptılar, hatta işçi eğitimlerine kadar da uzanan onlarca eğitim gerçekleşti. Sendikal hareket içerisinde de bilimsel disiplinin katkısını teorik ve pratik boyutta görebilirsiniz. Mesela, KİT’lerin özelleştirilme sürecindeki direnişlerin içindeki işçilerin çoğu Tülin Öngen’i bilirler, Fikret Başkaya’yı bilirler, çünkü bu Marksist akademisyenler gidip işçilerle konuşmuşlar. Yani, siyasal bilincin içerikle buluşması çok güzel örülmüş. 1948 tasfiyesinden beri Türkiye sosyalist geleneğinde bu hep varmış.

Yanı sıra, bizim 1990’larda ayyuka çıkan bir Özgür Üniversite deneyimimiz var. Örneğin, ben kendi okuduğum üniversiteden alamadığım içerikteki derslerin önemli bir bölümünü Fikret Başkaya’dan, Sibel Özbudun’dan, İsmail Beşikçi’den aldım. Yıllarca Özgür Üniversite’den ders aldıktan sonra akademisyenliğe başladım. Orada ders vermemi de istediler. Böylece ders verme pratiği edindik daha asistanken ve kendi siyasi bilgilerimizle de barışık bir şekilde kendi literatürümüzü oluşturup, uzmanlıklarımızı geliştirdik. Mesela, okulda sana verirler Kurumlar Sosyolojisi, git anlat derler. Ama gidersin, Marksizm ve kültürel çalışmalar diye kendin bir çerçeve kurarsın ve onun üstüne çalışırsın. Dolayısıyla hem orda bilgiyi yaydığın gibi hem kendini hem de başkasını geliştirirsin, alternatif mecra bu işe yarar. Yanı sıra, sosyalist partilerin hemen hepsinin siyasi akademileri vardır. Türkiye’de sağ partiler sosyalist partilerden öğrenmiştir siyaset akademisi kurmayı. Bizim sosyalist ve daha sonra eklemlenen hani “daha genel tandanslı sol” diyebileceğimiz akademik camia gidip çeşitli siyasi partilerin siyaset akademilerinde dersler vermiştir.

Toparlamak gerekirse, bu tasfiye öncesinde, zaten sol gelenekte alternatif akademik üretim geleneği mevcuttu. Fakat bizim 80 darbesiyle hafızamız silindiği için, çok daha öncesindeki bir sürü deneyimi irdeleyip bulamıyoruz. Aslında bunlarla ilgili ciddi bir araştırma çok güzel bir sonuç ortaya çıkartabilirdi. Bu geleneğin bıraktığı bakiye hepimiz tarafından kullanılmıştır.

 Sizlerin konuşmalarından da çıkarılabileceği gibi, Türkiye’de ‘üniversite’ye dair sorgulamaların ve arayışların farklı tarihsel koşullar içerisinde farklı pratikler halinde ortaya çıktığını söyleyebiliyor ve bugün bu söyleşide yer bulan, 2016 ile başlayan süreçte ortaya çıkmış pratikleri 2016 öncesindeki koşullardan ve deneyimlerden ayrı düşünemiyoruz. Bununla birlikte, 2016 ile birlikte üniversiteyi üniversitedeyken sorgulayan insanların üniversiteden koparıldığı bir süreç yaşadık. Bu anlamda üniversite dışındaki arayışlar daha somut nitelikler kazanmaya başladı. Buradan hareketle şöyle bir soru sormak istiyoruz: Arayışları ve ortaya çıktıkları koşullar açısından bir arada düşünülebilecek Sokak Akademisi, Kültürhane ve KODA’nın farklı biçimlerde ortaya çıktıklarını görüyoruz. Bu noktada, sözü edilen pratiklerin neden bu biçimlerde ortaya çıktıkları önemli bir soru haline gelmektedir. KODA, Sokak Akademisi ve Kültürhane arasındaki biçimsel farklılıklar sizce nasıl açıklanabilir, bu biçimlerin düşünsel dayanakları var mı? Bu noktada Ulaş Hoca’ya bu soru ile paralel bir soru daha yöneltmek istiyoruz: Kültürhane‘nin müşterekler bağlamında sıkça tartışıldığını görüyoruz, müşterekler kavramsallaştırmasına nasıl yaklaşıyorsunuz?

Ulaş Bayraktar: Ben Kültürhane’yi dayanışma akademisi olarak kurgulamama ya da bir akademi tarifine koymama eğilimindeyim, çünkü biz de Kültürhane öncesinde birtakım dayanışma akademisi faaliyetleri yapmıştık fakat ben doğrudan atıldıktan sonra Kültürhane’yi başka bir biçimde kurgulama eğilimi gösterdim. Diğerleriyle kıyaslayarak söylemiyorum ama biz Kültürhane’de işin galiba kantin ve işveren boyutuna öncelik verdik. Yani çok acil, yakıcı bir mesele vardı; ayakta kalmamız. O sivil ölüme mahkûm olmamamız için bir şekilde bizim bir ekonomik faaliyet yürütmemiz gerekiyordu. İdealist olarak bir akademi tarifi yapabilecek lükse sahip değildik. Biz ekonomik olarak da ayakta kalmak ve buna ihtiyaç duyan akademisyenlere veya arkadaşlarımıza destek olmak amacını, kantin boyutuyla hayata geçirdik herhalde. Birtakım yiyecek-içecek ve hizmetler sunup, bunu kamusal alan olarak tarif etmek şeklinde bir tercihimiz oldu. Yani sadece ders vermek, o bilimsel iddiada direnmek ve inat etmenin haricinde, bunun bir ekonomik faaliyet olduğu ve buna da ihtiyacımız olduğu vurgusuyla yola çıktık.

Yaptığımız işi de şu açıdan müştereklerle bağdaştırmaya çalıştık: Sadece para kazanmak için bir kafe açmadık, bunun birtakım işlevleri olmasını istedik. Orada da bilginin üretimi ve paylaşımı işlevleri devreye girdi. Safi bir ticari faaliyet yürüten bir zihniyetin ötesinde, o ticari faaliyete eşlik eden, kente dair birtakım müşterekler devreye giriyor. Mersin’deyiz ve Mersin’e dair birtakım bilgilerin üretilmesi ya da bunların açığa çıkarılması, üretilen bilginin erişilebilir olması ve paylaşımı için kentin farklı bileşenleri ve kişilerinin bir araya gelmelerine aracı olmaya çalıştık. Dolayısıyla, bir kamusal alan, bir kamusal sahne, bir üçüncü mekân tarifi hep aklımızdaydı. Sadece bizim öncelik verdiğimiz, bizim kritik bulduğumuz alanlar değil, çok daha geniş bir spektrumdaki alanlar -ki bu, eleştirilerin de haliyle muhatabı oldu. İnsanların ilgisini çekebilecek alanlarda da var olan bilginin ya da üretilmiş bilginin olgusu olmaya soyunduk.

Dolayısıyla, ilk söz aldığımda kurguladığım dörtlü çerçeveden bakarsak, birincisi bizim bir işe ihtiyacımız vardı çünkü işimizden olmuştuk. Mehmet Fatih Tıraş’ın anısı buradaki herkesin paylaştığını bildiğim bir acıydı, fakat biz onu çok daha yakından hissettik herhalde fiziksel olarak. Çünkü Barış İmzacısı olması sebebiyle iki üniversiteden ihraç edilmişti ve büyük ölçüde iş bulamamanın ıstırabıyla canına kıydı. Dolayısıyla, insanların hayata tutunacak ekonomik bağı, ekonomik alanı oluşturması bizim birinci önceliğimizdi. Sadece duygusal, siyasi ve sosyal bir dayanışmanın ötesinde; insanların hayatını devam ettirmesine izin verecek bir ekonomik faaliyet, dolayısıyla bir iş alanı oluşturmak. Bunu yapmanın mekânı olarak kantini örnek verebiliriz. Kantinde öğrencinin öğrenciyle, öğrencinin hocayla, hocanın hocayla buluşabileceği bir alan tesis ettik. Fakat bunu normalde Türkiye’deki üniversitelerin kapanıklığının bir adım ötesinde; içinde bulunduğumuz sitenin komşusuna, yöneticisine, sokağımızın sakinine, kentin diğer bileşenlerine, hatta diğer örgütlü grupların, meslek odalarının da sivil toplum örgütlerinin de kullanımına açabileceğimiz bir şey yaptık. Bir yandan da elimizden geldiğince kendi uzmanlık alanımıza dair bilgi üretmenin çabasını sarf ettik. Kültürhane böyle bir perspektifte hayatına devam ediyor diyebilirim.

Hakan Koçak: Açıkçası meselenin aciliyeti nedeniyle teorik bir dayanak için çok da zaman yoktu. KODA üzerinden konuşacak olursak; 1 Eylül 2016’da ihraç edildikten üç beş gün sonra, o dönem hep toplandığımız, kapıları bize açık olan Eğitim-Sen’deki odamızda toplanıp konuştuk. Tabii ki ne yapacağımızı çok bilmiyorduk; farklı düşüncelerimiz vardı. Bir iddia sahibi olmalıyız, diye düşünüyorduk. Yani biz akademisyeniz ama bunu sadece bir işveren ilişkisi, bir maaş ilişkisi gibi görmüyoruz; onun ötesinde, deyim yerindeyse bir aşk ile yapıyoruz. Bunu sürdürmek öncelikli amacımızdı. İkincisi, Kocaeli’deki öğrencilerimize ve Kocaeli halkına veya yerel kamuoyuna yönelik, biz buradayız, gitmiyoruz ve geri döneceğiz mesajı vermek, aslında çıkış noktamızdı. Dolayısıyla, başlangıçta Kocaeli Dayanışma Akademisi’nin Kocaeli vurgusu bizim için önemliydi. Orada olmak ve toplum için bilim üretmeye çalışanlar olarak bu misyonumuzu sürdürmek iddiası.

Diğer bir nokta da dayanışma. Az önce Ulaş söyledi. Hem bizim iç dayanışmamız hem bizimle Kocaeli Demokrasi Güçleri’nin, öğrencilerimizin dayanışması. Doğrusu insana güç veren, onur veren bir dayanışma vardı. Buna odak oluşturacak bir yapı oluşturmak niyetindeydik. Öte yandan da tabi birkaç yönlü bir dayanışmaydı bu çünkü çok ciddi bir hukuksal süreç de vardı. Sonrasını biliyorsunuz, hem biz iade için davalar açtık hem de bizim aleyhimize bizi terör destekçisi olmakla itham eden davalar açıldı. Dolayısıyla hukuki bir dayanışma da bunun bir boyutuydu. Öte yandan, geçiminizi nasıl sağlayacağınız da ciddi bir sorun haline geliyor. Bu yüzden de maddi anlamda bir dayanışma. Bir başka açıdan, her ne kadar dik dursanız da çok travmatik süreçler bu yaşadıklarımız. Bu nedenle de psikolojik ve sosyal bir dayanışma. Bunların hepsi de iç içe bir yanıyla. Aynı zamanda öteden beri zaten, az önce de söyledim, ihraç öncesinden beri getirdiğimiz ortak akademik dayanışmayı da sürdürmek. Dolayısıyla dört boyutta bir Dayanışma Akademisi olarak kurulduk. İşin teorik boyutlarını belki daha sonra, ilerleyen zamanlarda düşündük.

İlk elden, hemen bir Çarşamba seminerleri dizisi başlattık. Bu az az önce Yasin’in de andığı, farklı sol geleneklerin işçi eğitimleri, halk eğitimi vesaire deneyimleri ile de ilişkili. Biz de zaten Kocaeli’de sendikalarla, kitle örgütleriyle, platformlarla birlikteydik. Onlarla seminer eğitimi vesaire yaptık ama akademisyen kimliğimizle aslında bir tür halk eğitimi, halk konferansları denilebilecek bir çalışmayı başlatmış olduk. Bu iyi bir girişti. Hem bizi diri tuttu hem o dayanışmayı taçlandırmış oldu. Öte yandan da herkes açısından çok öğretici oldu. Önümüzdeki günlerde bu sezonu çevrimiçi olarak yine başlatacağız. Bu seminerler bizim için oldukça öğretici de oldu çünkü orada toplumun çok farklı kesimlerinden, farklı mesleklerden, genel olarak demokrasi cephesinde dursa da yine de farklı siyasi tonlardan, renklerden insanlar bir arada, birbirinden çok farklı konularda, birlikte bir tartışma, öğrenme sürecini yaşadılar. Tabii ki bizler açısından akademideki klasik ders verme biçiminden farklı bir durum olması bakımından da önemliydi bu yaşanan.

Dolayısıyla, biz işin teorik boyutlarını biraz daha sonra düşünmeye başladık. Az önce sizin andığınız bu sempozyum da aslında o arayışın bir sonucu. Yani, piyasanın akademiyi akademi olmaktan çıkartan basıncı var, buna karşı duruyorsunuz. Parasız eğitimi, piyasa dışı olmayı, kamusal eğitimi savunuyorsunuz; müşterekler, bilginin müşterekleşmesi vesaire gibi şeyler var. Öte yandan, Türkiye özelinde az önce andığım gibi devletin ideolojik aygıtının birer misyoneri olmaya da hayır diyorsunuz. Ama bu iki kalın katmanın daha altına indikçe daha ince şeyler çıkmaya başlıyor. İyi ama başka türlü bir şeyler yapıyor musunuz? Evet, içerik veya yönelim başka ama bilgiyi toplum için üretmek ve topluma ulaştırmak gibi bir amacımız her zaman vardı. Hem bu NBÜ dediğim platformda hem de kendi adacıklarımızda, kendi derslerimizde, kendi bölümlerimizde, o zamanki stratejimiz buralarda alanlar açabilmekti. El verdiği ölçüde birlikte dayanışarak, mesela kimi derslerin içeriğini o şekilde düzenlemek, kimi yeni dersler açmak, kimi ortak projeler yapmak, tezler vermek… Ama bu alanlar kapandığında hemen hemen tümüyle veya çok büyük ölçüde var olan akademide, bu kez dışında bir şeyler yapmaya uğraştık.

Aslında strateji olarak ben, onu da söylemiş olayım, mutlaklaştırmamak gerektiğini de düşünüyorum. Yani, mevcut üniversitelerin tümüyle dışında dediğimiz “ötesi”nin hangi boyutuyla olduğunu konuşuyoruz. Üniversiteler içinde yapılabilecek olanları o anki konjonktürün el verdiği, imkân verdiği kadar, sonuna kadar yapmak, imkanları sonuna kadar kullanmak; ama onun dışında da daha özgür olduğunuz bir başka akademik alanı da yaratmak, oluşturmak. Dolayısıyla biz mesela şunu da konuştuk: Yarın bizlerin ihraç edildiği KHK’lar iptal edilse dönsek bile Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni -veya adı neyse artık- bizim korumamız gerekir fikrinde ortaklaşıyoruz örneğin. Bir fikir olarak, bir ideal olarak bunun doğru olduğunu düşünüyoruz. Çünkü mevcut akademi son derece katılaşmış durumda. Biz 2016 sürecini yaşamasak da zaten idealleştirilebilecek yerler değildi Türkiye üniversiteleri -ve genelde dünya üniversiteleri de öyle. Aslında dünyada da eğilim o yönde. Mesela, özellikle sosyal bilimler bölümlerinin giderek kapatılmak istendiği, işlevsizleştiği ya da işlevsiz görüldüğü; eleştirel düşünce yerine hemen tümüyle piyasaya hizmet edebilecek ya eleman yetiştiren veya piyasaya bilgi üreten yerlere dönüşüyorlar. Dolayısıyla zaten böyle bir dönüşüm vardı. Bunun dışında kalabilmek, sizin devletten, piyasadan bağımsız bir alan yaratmanızla mümkün. Burası piyasa için “lüzumsuz, gereksiz” olan şeyleri, “para etmeyen” şeyleri konuşup tartışabileceğiniz, o anlamda hiçbir sınırı olmayan bir alan. Bunu mevcut üniversitelerde bu KHK’lar olmasaydı da yapmamız hayli zordu.

Üniversitelerde piyasalaşmanın öğrencilere de çok ciddi bir etkisi var. Öğrenci de “İyi ama bu dersi niye görüyoruz hocam?” diye soruyor. Onlar da o sistem içinde koşullanmış durumdalar. Bir an önce iş gücü piyasasında bir yer edinmek için oraya oturuyorlar. Mesela, bizim bölüm bu gerilimin çok yaşandığı bir yerdir: Çalışma Ekonomisi- Endüstri İlişkileri. Bu bölümde örneğin biz emek tarihi, sendika tarihi, sendikacılık vesaire gibi dersler verirken sürekli olarak bunları bir İnsan Kaynakları bölümüne, ismini koyarak veya koymayarak, dönüştürme yönünde bir mikro ve makro basınç var. Bizim kurduğumuz tarzda akademik alanların getirdiği avantaj kuşkusuz bu. Böyle bir basınç altında değilsiniz. Parayla iş yapmak değil, aslında toplumun güncel veya güncel olmayan, daha uzun vadeli, daha genel, insanlığın yararına olan meseleleri konuşmak, tartışmak. Bunu yaparken de yarar kavramını bir kenara bırakarak, bilginin kendisinin bir değer olduğu, bir erdem olduğu; bilginin peşinde koşmanın, merakın, arayışın bir erdem olduğu düşüncesinin yön verdiği bir alanı kurabilmek.

Tabi birbirinden farkları var. Kültürhane’den farklı olarak biz biraz daha kurumsallaşma yönünde gittik.  Bunun bir boyutu da şuydu: Kocaeli’de yerelle kaynaşma, yerelin bilgisini üretme ya da yereldeki emekçilerle, ezilenlerle buluşma; onları bu bilgi üretim ve dolaşım sürecinin parçası yapma amacımız vardı. Sözünü ettiğim Çarşamba seminerlerini, yaz okullarını ve sonrasındaki tüm etkinliklerimizi mutlaka sendikalara, kitle örgütlerine, odalara, platformlara duyurduk. Onların da katılmaları için özel bir çaba sarf ettik. Dolayısıyla, bizdeki esprilerden biri buydu: Hem eleştirel bilgiyi hem de yerelin bilgisini üretmek. Diğer bir boyutu da dediğim gibi kurumsallaşmaya çalışmak. Bunu yaparken de daha çok mevcut üniversitenin üzerindeki piyasa ve devlet baskısının dışında, aslında kurumsal üniversitedeyken de alan açarak yapmaya çalıştığımız ancak sınırlı yapabildiğimiz şeyleri şimdi daha sistematik, daha özgür yapma yolunda bir ortak alan oluşturmak. Herhalde kabaca temelleri bunlardı. Yine de bunun öğrenerek de ilerleyen bir deneyim olduğunu, ucu açık olduğunu, bir arayışın devam ettiğini de tekrar vurgulayarak bitirmiş olayım şimdilik.

Yasin Durak: Öncelikle şunu söyleyeyim: Sokak Akademisi bir dayanışma akademisi değildi. Biz zaten dayanışma akademilerinde dersler veriyorduk o sırada. Yani, zaten dayanışma akademileri çalışmalarına da dâhil bir gruptuk. Peki, nereden türedi? Bizim teorik bir dayanağımız var. Samira Mahmelbaf’ın “Kara Tahta” diye bir filmi vardı, oradan esinlendik. Film bir dönem sırtında kara tahtayla köy köy gezip ders anlatan öğretmenleri anlatır. O sırada henüz daha büyük dalgalar olmamıştı tasfiyelerde; ilk dalgalardaki gruplardık biz. Ve bunu açıkça beyan etmekte sakınca duymuyorum, sendikayı eyleme ikna edemedik. OHAL dönemiydi ve eylem yasakları vardı. Bir de hakkımızda FETÖ’cü olduğumuza dair bir propaganda işlettiler. Biz bir ton eylem yaptık, YÖK Başkanı ancak o zaman bizim için “ya bunlar FETÖ’cülükten değil imzacılıktan atıldı” dedi. Bizi en çok rahatsız eden şeylerden biri FETÖ yaftasıydı ve kamuoyuna bunu anlatmak istiyorduk. Dayak yiyeceksek bile bunu anlatalım diyorduk ama sendika buna yanaşmıyordu o zaman. Daha sonradan yine sokakta eylem tertipleyen başka sosyalist arkadaşlarla bir araya geldik, onlarla da eylem tarzında bir türlü anlaşamadık. Daha sonra bu fikir aklımıza gelince bunu sendikaya ilettik, “bakın bu bir eylem gibi de değil, bari bunu yapalım” dedik. Yok, o da olmaz dediler, tamam dedik. Sonra biz kendimiz, belirli bir ekip, bir araya geldik. Hepimiz sendikalı olsak da sendika flamasını çekmedik; ‘‘Sokak Akademisi’’ koyduk adını. Temel derdimiz de sokak aktivizmiyle akademiyi buluşturmaktı. Hatta benzeri örnekler var mı diye de inceledik.

Mevcut koşullar içerisinde ne yapabiliriz diye düşündük. Hırçındı o sıra sokak. Bir yandan da Ankara’nın soğuk olması hasebiyle, kısa süreli derslerle derdimizi anlattık. Bir süre sonra, yaptığımız işin yurt dışında etkisi de oldu. Çok fazla gazeteci gelip haber yaptı. Bunun da bizim sesimizi duyurmamıza çok ciddi katkısı oldu.  Hatta bir ara öyle bir haldeydik ki Mehmet Mutlu’yla kavga ediyoruz, Süreyya Karacabey’le kavga ediyoruz, “ya şuna sen röportaj ver, senin İngilizcen daha iyi ben uğraşamam” gibi. Yani yetişemiyorduk. Hatta gazetecileri alıp Nuriye’nin (Gülmen) yanına götürüyorduk. O ilgi olunca bu sefer de biz bunu belirli şeylere dikkat çekmek için kullanmaya çalıştık. Yani ikinci yönelim de böyle oldu. Mesela Nuriyeler tutuklandı o gün, tutuklandıktan sonra gittik Sokak Akademisi dersini Sincan cezaevinin önünde yaptık. Benzeri şekilde, Kurtuluş Parkı’nda Kürt öğrencileri dövmüşlerdi, epey bir ırkçı saldırı olmuştu, biz de Kurtuluş Parkı’nda Kürtçe ders yaptık. Bir kadın cinayetinin işlendiği bir parkta, kadın cinayetleriyle ilgili ders yaptık o mahallenin kadınlarıyla. Aslında didaktik boyutu çok yüksek olmasa da enformatik boyutu çok yüksek olmasa da belirli şeylere dikkat çekmeye yarayan bir faaliyet haline geldi. Daha sonra şehir dışına da taştık, hatta Boğaziçi’ndeki öğrenciler tutuklandığı zaman Boğaziçi’nde de bir ders yapma girişimimiz oldu, orada da üniversitenin bahçesinde yapabildik, diğer konseptten farklıydı. Zaten en son dersimizdi o bizim, Çevik Kuvvet sarınca erken bitirmek zorunda kaldık. Halkevleri’ne saldırıyorlardı yine alternatif eğitim faaliyetleri nedeniyle. Halkevciler’i desteklemek için Halkevi’nin önünde ders yaptık mesela. En son geldiğimiz nokta buydu ama belirli bir noktadan sonra konjonktürel olarak risk çok arttı. Zaten en son derste de belliydi. Yani şuna dönecekti bu sefer: biz sürekli alanında uzman olan ya da çalışması olan hocaları getirip anlattırıyorduk, yani resmen insanları gözaltına aldırmak için ders dinlemeye çağırıyor gibi bir hale geldik. Yani artık işin rengi belli oldu. Artık hocaları riske atmak istemedik, öğrencileri riske atmak istemedik ki öğrencilerle ilgili sancımız çok daha farklı bizim, yani çok daha uzun.

Ama, dediğim şey bütün tasfiye süreciyle ilgili, yani tasfiye akademisyenlerle başlamadı. O sürece başka bir soruda dikkat çekerim. İşin özeti, bu nedenlerden bizimkisi bir dayanışma akademisi değil. Çünkü mesela bakın bizim bir fonumuz bile yoktu, çünkü biz fon istemiyorduk, oluşturmuyorduk işin rengini bozar diye. İhtiyacımız yok zaten bir afiş basıyorsun, kara tahtanı alıyorsun gidiyorsun. Bunun için bir bütçe oluşturmana bile gerek yok. Tamamen gönüllülük esasıyla hallettik yani, epey de uzun yapmışız, otuz küsür ders yapılmış. Öyle bir çıktısı da var. Fena da olmadı diye düşünüyorum.

Bu tartışmayı biraz daha genişletecek olursak; Yasin Hoca’nın biraz önce söz ettiği Kürtçe ders vermek, tutuklu öğrencilerle dayanışma dersi yapmak gibi birtakım örneklerin, üniversitede ya da formel eğitim süreçleri içerisinde ya da kurumlarında karşılaşamayacağımız, buralardan dışlanan birtakım konuları, biçimleri ya da yaklaşımları gündeme getirmek açısından çeşitli imkânlar yarattığını söyleyebilir miyiz? Diğer bir ifadeyle, üniversite dışında sizin oluşturduğunuz KODA, Kültürhane, Sokak Akademisi gibi deneyimler, size üniversitede yapamadıklarınızı yapma imkânını tanıdı mı? Üniversiteden ihraç edildikten sonraki sürecin, bilimsel üretim açısından daha “özgür” bir ortam sağladığı söylenebilir mi?

Yasin Durak: Buradan da ben devam edeyim. Benim kendi şahsi fikrim, çoğumuz aslında her zaman ne yapıyorsak onu yaptık. İstedikleri kadar boğazlasınlar bizi, Hakan hocanın da Ulaş’ın da üniversitedeki eski çalışmalarını bilirim ben. Yaptıkları çalışmalar ortadadır. Diğer hocalarımızın da öyledir. Bu arada bütün ihraçlar bildiriye imza atanlardan ibaret değil ama bildiriye imza atanların da çoğu, yazılarında, anlattıkları derslerde cesur olan insanlardır. Ve o sık boğaz halinde şunlar oluyordu mesela, beni yönetmeliği değiştirip Niğde’ye yolladıklarında yıllık iznimi vermiyor, dilekçemi işleme koymuyor, böyle bürokratik baskı yapıyorlar. Mesela 3 iş gününde bir sarı zarf almışım ben. Yazacağım makaleden çok savunma yazmışım orada çalıştığım süre boyunca. Soruşturmalara savunma yazmışım yani. Düşünün ki, beş tane soruşturmaya ayrı ayrı savunma istiyor ya da iş yüklüyor sana fazladan, mobbing uyguluyordu yani. Bu ölçüde evet özgür üretimi engelliyor ama burada üretimin özgürlüğünü kısmaktan çok seni engelliyor, hapsediyor. Ama dolayısıyla, standart şartlar altında standart baskı söz konusu olduğunda zaten sürekli olarak ödeyeceğimiz kefarete rağmen eleştirel bilgi üretimine yönelen insanlardı bu toplamın çoğu. O nedenle de ben dışarıda üretmenin daha özgür olduğunu sanmıyorum, hayır. Geliyor, salonu da basıyor polis kollukla, bir sürü şey var. Bilimsel üretimin karşılılıklığı düzleminde bir kısıntıyı aslında sadece okulda değil her yerde yaratıyor. Bunu anlatmaya çalışıyorum.

Ulaş Bayraktar: Ben de aslında tam Yasin’in söylediğini söylemeyi düşünüyordum. Bu atılma süreci bizi daha özgür kıldı demek aslında daha öncesindeki birtakım baskılara boyun eğiyorduk ya da bunları kabullenmiştik anlamına gelebileceği için ben de onu tam olarak kabul etmem. Biz üniversitedeyken de özgür hissettiğimiz için bildiriye imza attık, ondan öncesinde birtakım görüşleri dillendirmekten ya da birtakım çalışmaları yürütmekten geri durmadık. Ama şu anda belki üniversiteden atıldıktan sonra daha özgür değildik ama daha serbest kaldık. Çünkü üniversitenin birtakım angarya veya Yasin’in dediği gibi savunmalar yazmak ya da maaş karşılığı olan derslere girmek gibi çok fazla idari işi vardı. Yok efendim işte bilmem ne formu, şu toplantısı, bu süreci bilmem ne, onlardan azade olmuş olduk. Bir de şu anlamda bir serbestlik getirdi: üniversite ne kadar şey yaparsanız da yani özgürlük bağlamında ele alsanız da aslında çok hiyerarşik bir kurum ve aslında disipliner bir kurum. Yani sizin bir uzmanlık alanınız var, ders verdiğiniz, ilgilendiğiniz ve ilgilenmeniz beklenen birtakım alanlar var, onlara ister istemez mahkûm ya da onlara daha odaklı kalıyorsunuz. Dışarı çıkınca serbestînin getirdiği bir şans olarak o ilgi alanı genişliyor. Ben bunu daha başka alanlarda, en yakından bizim Kültürhane’de Ayşe Gül’de gözlemliyorum. O da burada olabilseydi söylerdi, yani finans profesörü olan bir kadın şu anda bir kadın üretici kooperatifinin başkanlığını yapıyor. Kooperatifçilik konusunda, kooperatifçiliğin hem teorisini hem pratiğini yapma şansı buluyor, ya da Bediz mesela, o zamanlar imkânı olmayan bir tarım faaliyeti yürütüyor. Özgürlük, bir pratik yapma biçimi açısından bir serbestlik getiriyor. Yoksa siyasi olarak bütün baskılara rağmen biz inandığımız şeylerden ödün vererek akademik çalışma yapan, akademik çalışmaları deforme eden veya onları dile getirmekten geri duran bir kitle değildik diye düşünüyorum. O yüzden özgürlük değil, belki bir serbestlik sağladı, bir hareket alanı açtı diyebiliriz.

Hakan Koçak: Belki şöyle bir şey söylemek mümkün arkadaşlar: üniversitede devam eden öğrenciler, lisansüstü olanlar ve hocalarla ilgili sıkça yayımlanan çeşitli araştırmaların sonuçlarının şu veya bu düzeyde ortaya çıkardığı şey, herkesin kendini çok ciddi bir baskı altında hissettiği. Belli bir konuda hocanın “Sen bu tezi yaparsan, bu alanda çalışırsan başın belaya girer.” demesi, çalışmaların konusunu ve adını değiştirmek gibi örnekler var. Dolayısıyla özellikle 2016 sonrası için düşününce eğer biz de kalsaydık ve devam ediyor olsaydık sanırım baskıyı üzerimizde daha fazla hissedecektik.

Az önceki konuşmamda kendimizi aştığımız alanlar olarak bahsettiğim, Yasin ve Ulaş’ın da söylediği gibi, biz aslında her zaman belli konuları çalışıyor, belli sözler ediyor, belli müfredatlar içine sözlerimizi yerleştiriyorduk, ama belli ki 2016 sonrası bu daha da zor oldu. Dolayısıyla, özellikle o dönem ve içinde bulunduğumuz dönem için belki sorunuza böyle bir yanıt verilebilir. Bu anlamda, evet, bizim akademilerimiz veya oluşumlarımızın bilimsel faaliyeti bugün Türkiye’de çok daha özgür. Örneğin, günümüzde netameli konular haline gelmiş LGBT’ler ya da Kürt meselesi gibi konular hem KODA’da hem de benzer diğer çalışmalar içerisinde gündeme geliyor, özgürce tartışılıyor. Bu konularla ilgili seminerler, atölyeler yapılıyor. Örneğin bu dönem yine bu konuda KODA’da bir atölyemiz olacak. Keza, kendi alanım özelinde söyleyeyim, emek meselesi, iş cinayetleri, sendikal hakların ihlali, sendikalaşma pratikleri gibi alanlar özellikle sermaye ile karşı karşıya gelmenin tercih edilmediği alanlar. Bu anlamda bakarsanız, evet, bizim bulunduğumuz alanlar tabii ki sermayeden, piyasadan, devletten özgürler. 2016 sonrasında kaldığımız takdirde çok kullanamayacağımız özgürlüğü rahatça kullanıyoruz.

Kalsaydık yine kullanmaya çalışacaktık tabii, yine çatışmalar olacaktı, ama giderek bu özgürlüğü kısıtlayan yeni mekanizmaların varlığından da bahsedebilir hale geliyoruz. Örneğin, benim öğrenciliğimde de başka türlü bir üniversite istiyor, kulüpler kuruyorduk. Kendi okulumda Sosyolojik Araştırmalar Kulübü için uzun mücadeleler vermiştim, fakat şimdiki gibi BİMER’ler, CİMER’ler yoktu. Yani iktidara yakın dünya görüşündeki talebelerin rahatlıkla şikâyet edebildiği ve kimi zaman bu şikâyetlerin art arda ve sistematik hale gelip yıldırıcı, ürkütücü olabildiği durumlar var. Ben en acısının da bu olduğunu düşünüyorum; en üzücü ve yıpratıcı denetim mekanizması bu, çünkü diğer her şeyi göğüslersiniz ama kendi talebenizle bir tür karşı karşıya geliş çok acı bir deneyim. Mesela imza sürecinde de benim en korktuğum, olmasından endişe duyduğum şey hep bu oldu. Kocaeli Üniversitesi’ndeki kimi arkadaşlarımız bunu yaşadılar. Art arda soruşturma vesaireyle ve bununla bağlantılı olarak kimi yandaş gazetelerde ifşa edilerek sürekli olarak, adeta terörize edildiler. Bunlar her zaman herkes için taşınması kolay olan yükler değil tabii ki. Bu anlamda bizim oluşumlarımız tabii özgürlük vahası durumundalar.

Aynı zamanda şöyle bir imkân da var; akademi dışındaki birçok bilgi alanının varlığını daha önceden de biliyor ve yararlanıyor olsanız da artık daha zengin şekilde görüyorsunuz. Yani, bilgi sadece kurumsal akademide üretilen bir şey değil, hatta şimdi çubuğu tersine bükersek, giderek daha az orada üretilen bir şey. Textum’un da dahil olduğu birçok dijital yayın, dijital platformların verdiği imkanlar var. Çok çeşitli blog’lar, web siteleri, sosyal medya mecraları vesaire ile aslında bizim bu baskı nedeniyle kurduğumuz dayanışma akademilerinden başka, belki de bilginin üretim ortamlarıyla ilgili daha genel bir özgürleşme ya da genişleme, açılma var diyebiliriz. 1940’larda, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde ne olursa olsun bilgi üretimi denen şey çok büyük ölçüde üniversite üzerinden düşünülen bir şeydi, böyle olmak durumundaydı. Bugün böyle değil. Aslında bir yanıyla giderek bunu aşan bir eğilim var. Dolayısıyla, bizim akademilerimiz bu eğilimin de içinde, bunlarla beslenerek ve beslemeye çalışarak ilerlemeye çalışıyorlar.

Ulaş Hoca üniversite ‘ötesi’ pratiklerde uzmanlık alanı sınırlamasının ötesine geçmeye imkân tanıyan bir serbestlik alanının ortaya çıkabildiğinden, Hakan Hoca ise akademi dışındaki birçok bilgi alanının varlığını daha zengin şekilde görme olanağının oluşabildiğinden söz etti. Alanlar arasındaki bu kopukluğun ortaya çıkış koşullarını biraz daha açarak, bahsettiğimiz pratiklerin uzmanlaşma ile farklı bilgi alanlarına parçalanmış bir bilim anlayışının ötesine geçen bütünsel bir kavrayış geliştirme açısından ne tür imkanlar sağlayabildiğinden bahsedebilirsiniz?

 Ulaş Bayraktar: Hakan hoca söyledi aslında. Sonuç itibariyle benim üniversite tanımında ilk köşeyi rezerve ettiğim şey, buranın, bir işveren-işçi ilişkisi ile ifade ettiğim bir ekmek teknesi olması ve bu ekmek teknesindeki terfinizin bir takım unvanlara, bu unvanların bir takım puanlara ve bu puanların da birtakım makalelere bağlı olması; bu durum da sizi, en uzman, birikimli ve deneyimli olduğunuz alanda üretmeye, sizi bu konuda çalışma yapmaya itiyor..Ben şu anda doçent olmaya çalışırken, profesörlük için gerekli puanları toplamaya çalışırken yayın yapabileceğim, dolayısıyla da bana o unvanı ve o unvana bağlı olarak gelecek özlük haklarını vaat eden alanlarla vaktimi harcıyorum. Birincisi bu.

İkinci olarak, üniversite sadece bir meslek alanı olmanın ötesinde sosyal olarak da kapalı bir alan. Sözüm meclisten dışarı, biz öyle bir sosyal sınıfız ki sevgilimizi, eşimizi bile ancak üniversiteden bulabiliyoruz, o kadar kopuğuz. Mesela Mersin’de fiziki olarak da şehrin dışında bir kampüsün içinde yaşayan bir kabileydik ve başka alanlarla ilgilenme şansımız olsa bile bunu fark edecek mesaimiz yoktu. Bu anlamda hem sosyal olarak hem de akademik hevesler, öncelikler itibari ile biz kısıtlı bir alandaydık. Gerçekten bunu sadece halktan, gündemden kopukluk anlamında söylemiyorum; biz Türkiye’de akademi olarak birbirimizden kopuktuk. Mesela benim Hakan hocamla tanışmam ihraç sonrasıdır. Size şu an imzacı olduğumuz ve ihraç edildiğimiz için bu süreçte bir araya gelme şansı bulduğumuz diğer disiplinlerden, diğer şehirlerden böyle yüz tane isim sayabilirim. Biz sadece disiplinimiz içinde değil, belli küçük bir grup içinde de hapistik. Yani üniversite sadece halktan, dışarıdan değil, kendi içerisindeki diğer disiplinlerden, diğer üniversitelerden de kopuktu. Mesela bu bağlamda, bir araya geldiğimiz dayanışma akademilerinde aktif üretim yapan, bir mühendis olarak Bülent Şık, bir hukukçu ya da bir doktor da olabilir. Bu anlamda belki de bizi serbestleştiren, ufkumuzu ve alanımızı genişleten bir süreç oldu bu.

Buraya kadarki tartışmaları da göz önünde bulundurarak KODA, Sokak Akademisi ve Kültürhane gibi pratiklerin ‘üniversite’nin mekansal örgütlenmesini ve bilimsel üretimin ‘mekân’ını yeniden düşünmemize olanak tanıdığını söyleyebiliriz. Kültürhane’nin kendisini bir ‘kamusal alan’, bir ‘bilim, akademi bostanı’ olarak tanımladığını; “Bilimi ve yaşamı kampüslerden söküp atmak isteyenlere karşı akademiyi hayatın ortasına yani sokağa taşıyoruz.”diyen Sokak Akademisi’nin yaşanan sürece karşı bir direniş biçimi olarak açık derslerini sokakta, parklarda, mahallelerde gerçekleştirdiğini; KODA’nın bir dernekleşme sürecine girdiğini görüyoruz. Bu bağlamda bahsettiğimiz pratiklerin mekânsal örgütlenmeleri ile bilimsel üretim süreçlerine yaklaşımları arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?  Bu pratiklerin mekânsal örgütlenmeleri ne tür karşılaşmaların ortaya çıkmasına olanak sağladı? 

Yasin Durak: Mekân konusunda şunu söyleyebilirim, Özgür Üniversite’de şöyle bir durum vardı. Ankara soğuktur, beş parasız öğrencisindir. Bir yerde toplanacak ya da sınava çalışacağımız zaman, kitabımızı, defterimizi alır giderdik. Fikret hocaya söylerdik, çayımızı, tostumuzu yer ve oranın kantinine yazdırır, sıcak bir yuva gibi orada dersimizi çalışırdık. En basitinden, mekân meselesinin ilk bağlamı benim açımdan bu kadar sınıfsaldır, çünkü şimdiki gibi wireless, laptop’unu kafeye koymak gibi olanaklar zengin değildi. Cebeci’den Sezai, Hayalet Kütüphane’yi açtı mesela. Şöyle bir konsepti var; çok ucuz, öğrenciler oradaki kitapları kullanarak ders çalışıyor. Ders çalışma üzerine bir yer açtı ve tasfiye edilmiş bir öğrencidir kendisi. Bitirmeden bu vurguyu tartışmaya açacağım çünkü etle tırnak gibi.

Bunun yanı sıra açıkçası sokak hadisesinde bizim şaşıp kaldıklarımız, parkta “Ne yapıyorsunuz?” diye gelip sonraki derslere katılan amcalarınki gibi çeşitli türden beklemediğimiz ilgilerdi. Ama daha çok manevra odaklı olduğumuz ve sürekli dolaştığımız için bilimsel üretim bağlamında mekâna sıkışma veya mekânın üzerimizdeki etkisi ile ilgili çok fazla şey olmadı. Siyasi olarak, propaganda olarak oldu.

Hakan Koçak: Mekân, hele bu kampüs düzenine geçince tabii önemli. Ulaş’ın az önce söylediğine ek olarak söyleyebilirim; “Biz aslında asosyaliz, sosyalliğimiz de oldukça dar.” dedi ve mekân bunda etkili. Özellikle bu Amerikanvari kampüs düzenleri etkili. Bizi şehirlerin dışına atmışlar. Özellikle Kocaeli’de bu çok belirgindir. Bizim kampüsümüz Umuttepe Kampüsü, yani üniversitenin fakültelerinin, yüksekokulun çoğunun olduğu yer depremden sonra oluşmuş, dağın başında bir yer. Çok güzel, sırtımız ormanlara dayalı, önümüzde ağaçlık, yeşillik bir manzara var ama gel gör ki şehir ahalisinin tıp fakültesinde işi olmazsa geleceği bir yer değil. Talebelerin de binbir güçlükle, minibüs, otobüs ile zor bela geldikleri ve bir an evvel, dersleri, işleri bitince kaçmayı istedikleri bir mekân. Hatta oradayken sürekli bir sorundu bu rektörlük için, komikti de. Siz orayı yapıyorsunuz sonra da insanları tutamıyoruz diye dert ediniyorsunuz.

Bizim Kocaeli Dayanışma Akademisi ise bunun tam tersi olarak çarşının en merkezi yerlerinden birinde, şehrin göbeğinde, öğrenci kafelerinin yoğun olduğu bir bölgede. Dolayısıyla, tam olarak aslında az önce de söylediğim bu yerel dinamik bizim için önemli. Hem talebelerle hem de Kocaeli ahalisi ile, halkı ile etkileşim içerisindeydik. Biliyorsunuz, aynı zamanda Kocaeli bir emek şehri ve bu durum Kocaeli’nin emekçileri ile buluşma hedefimizle çok uyumlu. Bu da önemli, çünkü dediğiniz karşılaşmalar sürekli oluyor. Akademiniz orada olduğunuzda insanlar uğruyor, geliyor, sohbet ortamları oluyor. Az önce Ulaş’ın söylediği o çok daralmış sosyal ilişkileriniz genişliyor. Tersane işçisi, öğretmen, kamu çalışanı, ev kadını, Derince’deki Kürt emekçi, PETKİM’deki Karadenizli emekçi… Yani farklı açılardan baktığımızda etnik, kültürel, sınıfsal olarak çeşitlilik gösteriyor. Aynı şekilde, şehirdeki kadın hareketi, LGBT hareketi… Mesela biliyorsunuz Kocaeli’nin tarihinde çok önemli olan SEKA’nın endüstriyel, kültürel, tarihsel mirasının korunması ile ilgili çalışmalar yürüttük. SEKA’yı sahiplenen farklı kesimler, Kocaeli yerel medyası, o medyanın genç emekçileri, oda temsilcileri gibi farklı toplumsal kesimlerin, katmanların buluştuğu bir yer oldu. Bir de bazen espri ile söylerdik, birbiri ile siyasi olarak çok farklı duran, hatta kolay kolay bir araya gelmeyen hemen hemen bütün muhalif siyasi gruplar KODA binasında buluşabiliyorlardı. Bütün bunlar gerçekten önemli ve buralardan öğrendiğimiz çok şey var. Bu anlamda, KODA’nın genel anlamda Kocaeli’nin politik dünyasında da aslında hiç hedeflemediği bir yeri olmuş oldu. Mekân bu açıdan önemli.

Öte yandan eşitlikçi bir mekân, herkesin rahatça girip izleyebildiği salonlar var. Aslında akademi budur, fakat maalesef Türkiye’de sanki doğalmış gibi kapısında bin tane güvenlikçinin durduğu, kimliklerin sorulduğu, X-Ray cihazlarından geçtiğiniz, hapishaneye girer gibi girdiğiniz bir yer. Oysa akademi demek her şeyden önce herkese açık olan yer demektir, en önce mekânın müşterekleşmesi demektir. Bizim seminerlerimizde, atölyelerimizde bunun imkânı vardı. Her isteyen gelip seminerlere, o mekânın fiziksel sınırı dışında bir sınır olmaksızın, istediği gibi ister tamamına ister bir bölümüne katılabildi ve sonrasında sunum yapanla sohbet imkânı vesaire bulabildi. Dolayısıyla klasik bir ders formatının da ötesine geçen bir karşılıklı tartışma, konuşma ve birlikte öğrenme zemininden bahsedebiliriz.

Bu anlamda amacımız mekânın da dışına çıkmak, mekânı genişletmekti, fakat ona maalesef ulaşamadık. Mekân deyince şöyle şeyler de var; mesela bir konferansı bir otelde yapmak istedik, her şeyi hazırladık. Bir gün kala otelden aradılar ve özel bir izin gerektiğini, aksi halde yapamayacaklarını vesaire söylediler. Sonradan anladık ki Emniyet oraya gitmiş ve bir şekilde engellemiş. Alelacele olanaklar seferber edildi, Birleşik Metal İş Sendikası’nın Kocaeli şubesi bize olanak sağladı. Öte yandan, ismini anmayayım ama rahatlıkla seminerlerimizi yapabiliriz dediğimiz bir meslek odasının şubesi bizi hem çok şaşırtan hem de üzen bir biçimde buna izin vermedi. Mekân işinin böyle boyutları da oldu. Bütün bu konuştuklarımızın bir olağanüstü hâl dönemi içinde olduğunu ve mekân konusunda da sonsuz, sınırsız seçenekler olmadığını ya da az önce Yasin’in söylediği gibi Sokak Akademisi’nin Belçika’da, Fransa’da rahatlıkla yapılabilecekken burada neredeyse büyük bir terör eylemine eşdeğer bir şeye dönüştürülebilmesini göz önünde bulundurmak lazım. Dolayısıyla burada mekân konusunda arzuladığınız kadar rahat, serbest olamıyorsunuz ama yine de dediğim gibi mekânın çok etkili, çok dönüştürücü olduğunu söylemek lazım.

Şimdi aslında mekân işine bir boyut daha eklendi, şu anda da içinde bulunduğumuz sanal mekân, iyiden iyiye bir mekânsızlık. Bunu da tecrübe ederek öğreneceğiz. Bunun da ikili bir yanı var tabii. Bir yanıyla hiçbir zaman yüz yüze ilişkinin yerini tutmuyor, ama bir yanıyla da muazzam bir imkân sunuyor. Çok geniş bir coğrafyaya, neredeyse kürenin tamamına seslenebilir durumdasınız. Bir yanıyla avantaj sağlayan bir şey. Mesela burada kurumsal akademiye göre herhalde biz daha avantajlı durumdayız. Çevremde arkadaşlarımı görüyorum, kurumsal akademide uzaktan eğitim sürecinde büyük ıstıraplar çekiyorlar. Böyle bir sınırlandırılmış eğitim olduğunda son derece zor, fakat sizin organize ettiğiniz bu türden toplantılar olduğunda daha fazla olanak sunuyor. Mesela ben de kolay kolay hiç gidemeyeceğim, katılamayacağım birçok şeye karantina döneminde katıldım. Şu anda da katılmaya devam ediyorum. Bu anlamıyla da mekân boyutunu çok daha radikal bir başka boyutta düşüneceğimiz, düşünmemiz gereken günlerden geçiyoruz.

Ulaş Bayraktar: Mersin Üniversitesi’nden Esra Şahin Burak mekânı feza olarak ele alırdı. İngilizcedeki ‘space’ kelimesini ‘alan’ olarak kullanıyoruz ama aslında ‘uzay’, ‘feza’ anlamına da geliyor. Bunun dijitale de bağlanan bir yanı var. Hatırlayın, 28 Şubat sürecinde kamusal alanda türban yasağı var diyerek aslında üniversitelerin kamusal bir alan oluşları itibariyle türbanlı öğrencilerin girmesine engel olduk biz. Bu, devlet aklının, bizim bütün sosyal bilimler literatüründe ortak alan olarak tarif ettiğimiz birtakım yerleri ‘devletin özel alanı’ gibi görme alışkanlığını çok açık eden bir ifadeydi, çünkü biz türban yasağını İngilizce söylemeye kalktığımızda sokakta türban giymenin yasaklandığı gibi bir anlam çıkabilecek cümleler kurmak zorunda kaldık. Kamusal alanda türban yasağı dediğimizde bir Anglosakson bunu sokak diye anlayabilirdi, bu birinci boyutu.

İkinci boyutu… Hiç unutmuyorum, Mustafa Şener’lerin, Bediz’lerin daha KHK’lardan önce sözleşmelerini yenilememe marifeti ile atıldığı dönemde, şehirdeki bir kitabevinde bir söyleşi yaparken bu sürece müdahil olunmasını ve üniversiteye sahip çıkılmasını, çünkü aslında oradaki bir müdahalenin Mersin gibi demokratik bir şehrin geneline yayılabilecek bir müdahalenin ilk adımları olduğunu ifade etmiştim. Dinleyicilerden birisi “şu ana kadar üniversite bu şehir için ne yaptı ki şu anda şehirden yardım istiyor?” gibi bir tepki vermişti. Bu da belki de ayrımın ikinci bir boyutunun, Hakan hocanın söylediği gibi, bir kampüs alanının duvarlı sınırlarının sosyal-siyasal olarak da tesis edilmiş olduğunun itirafı ya da ifşası idi.

Üçüncü boyuta gelirsek… Bir üniversitedeki üniversite emekçisinin muhatap olduğu kişiler, lisanstan belki de doktora sonuna kadar üniversite eğitimi gören öğrenci veya doktor adayı niteliğindeki kişiler. Onun haricinde, eğer doktor değilseniz veya birtakım kurumlara ve kişilere danışmanlık hizmeti vermiyorsanız, başka bir kesimle mesleki irtibatınızın ancak bu kadar olmasını beklersiniz ve bunun tabi ki mekânsal yansımaları da var. Üniversiteler kendi sosyal, kültürel alanları da olan bir mecra sunuyorlar. Hele hele lojmanı olan üniversiteler bütün hayatınızın tamamen aynı çevre ile aynı mekânda geçmesine izin veren yerleşkelere sahip. Bunun da sınırları açılmış oldu ve özellikle şu anda tecrübe ettiğimiz gibi, biz de KODA gibi şehrin merkezinde bir yer açarak kafenin bulunduğu sitenin komşularıyla, sokağımızdaki diğer sakinlerle, hatta sadece yoldan geçen insanlarla temas kurma şansına eriştiğimiz için bile bu son üç senede çok daha genişlemiş bir sosyal çevre içindeydik diyebilirim.

Hakan Hoca’nın ‘mekân’ın yeniden düşünülmesi gereken bir boyutu olarak işaret ettiği yerden devam edersek Kültürhane’nin ve KODA’nın salgın döneminde etkinliklerine sanal yollar ile devam ettiklerini, KODA’nın salgın döneminde mücadele olanaklarını tartışmaya açan birçok etkinlik düzenlediğini görüyoruz. Pandemi sürecini nasıl geçirdiğinize ve pratiklerinizin pandemi dönemindeki mekânsal dönüşümüne bakarak ne tür sınırlılıklar ve/veya imkânlardan bahsedebilirsiniz? 

Ulaş Bayraktar: Pandemiden önce biz bunun üzerine gitmeye başlamıştık. Belki de daha periferideki bir şehirde faaliyet yürütmemizden ötürü yapıp ettiklerimizi internette yayımlamaya en baştan önem vermiştik. Hem biz İstanbul, Ankara gibi çok geniş kitleye hitap edebilen bir coğrafyada olmadığımızdan, hem de kaldı ki Mersin’de bile Kültürhane’nin bir stigmatizasyonu olduğu için insanların etkinliklere katılmaktan yana bir tedirginlik duyduklarını ya da çekindiklerini düşünerek, bir güvenlik valfi olarak “biz her şeyi yayınlayalım ki burada yaptıklarımız üzerine birtakım spekülasyonlara, ithamlara, suçlamalara mahal vermeyelim.” diyerek şeffaflığı ilke edinmiştik. O yüzden biz çok primitif koşullarda da olsa yapıp ettiklerimizi ilk günden itibaren yayımlamaya çalışıyorduk. Dolayısıyla pandemi geldiğinde biz buna çok kolay intibak ettik, çünkü bunun ekipmanı ve teknikleri üzerine kafa yormuştuk. Hepimizin anlayacağı bir gösterge olsun diye söylüyorum, mart başı itibariyle biz Zoom’un profesyonel sürümünü almıştık. İlk anda aldık, çünkü yayın yapmamız, bir araya gelmemiz için bunu kullanmamız zorunlu gibi geliyordu.

İkincisi, üniversitenin dönüşümü boyutunun yanında, yeni bir okuryazarlığın da ortaya çıktığının ve hâkim medyanın insanları çileden çıkardığının, Açık Radyo ile başlayan, Medyascope, Gazete Duvar, Artı TV, Tele1 vs. ile devam eden bir süreçte alternatif medyanın önemli hale geldiğinin de farkındaydık. Biz de yerel bilginin paylaşımı açısından, yerelde bunu yapmanın önemli olduğunu düşünüyorduk. O yüzden şu anda bütün etkinliklerimiz zaten kural olarak internetten yayınlanıyor, ama Haziran itibariyle mümkün olduğunca fiziksel etkinlikler, buluşmalar da yapmaya çalışıyoruz. Başka bir formatı deneyimlemeye çalıştığımızı söyleyebilirim. Sadece insanların ayrı yerlerden kamera ve mikrofon aracılığıyla bir araya gelmesini değil hem tele hem de fiziksel biraradalığı deneyimliyoruz. Biz fiziksel olarak bir aradayız, ama uzaktaki birinin muhabbetine bağlanabiliyoruz. İki gün önce Bülent Şık ile beraberdik. Biz bir grup insan bir araya gelip Bülent Şık’a bağlandık. Aynı şekilde kitap imzasını da öyle yaptık, kitabını öyle imzalattık. Bir diğer örnek olarak, ekonomi politik sohbetleri dediğimiz sohbetlerde, biri Türkiye’de ve Kültürhane’de, biri Almanya’da, biri ise Amerika’daki üç iktisatçı hoca Metin Altıok, Selim Çakmaklı ve Tolga Tören bir arada bir konuyu ele alabiliyorlar ve ben bunun kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bunun birtakım kısıtlamaları var, evet. Mesela teneffüs yok ve en başta bahsettiğim kantin boyutu eksik. Biz hâlâ açığız ve kafe hizmetini vermeye devam ediyoruz, bu sayede kantini el verdiğince korumaya çalışıyoruz, ama aynı zamanda da bilgi üretimi üzerinden uzaktaki arkadaşları o kantine konuk etmenin yollarını deniyoruz.

Hakan Koçak: Ulaş’ın söylediği gibi biz de seminerleri en başından Facebook’ta yayınlayarak bu sanal ortamı kullanıyorduk. Öte yandan yurtdışında, örneğin Almanya’da KODA’nın kendi seminerlerini veren üyeleri var. Bu tür pratikler pandemide, özellikle de karantina döneminde yoğunlaşarak sistematik hale geldi. Bu çerçevede bu dönem ilk kez tamamen online olacak olan Çarşamba seminerleri ve atölyeler yapacağız. Ulaş’ın söylediği gibi bu durum çok geniş imkanlar sağlıyor. Öte yandan KODA’nın yerelle ilişki kurma çabaları düşünüldüğünde bu durumdan memnun olmadığımızı söyleyebiliriz. Özellikle Çarşamba seminerleri, yerelle, toplumun farklı kesimleriyle, talebelerle buluşmanın bir alanı, bizim içinse bir sembol olduğu için onu mekânda yapmayı çok önemsiyorduk. Şu anda binamızı sadece sembol olarak tutuyoruz. Belki Ulaş’ın dediği gibi birtakım hibrit yöntemlerle bunu aşmaya çalışmak gerekli. Birbiri ile fiziki olarak buluşması zor olan insanların bir araya gelebiliyor olmasını önemsiyoruz. Özellikle metropollerde bir toplantı organize etmek bazen günler alır. Biri Kadıköy’dedir biri Beşiktaş’tadır, üç gün beş gün yazışır bir araya gelemezsiniz. Konuşmanın ötesinde de bir harita üzerinde, bir proje üzerinde, bir çizim üzerinde bir arada çalışmak veya aynı veri tabanı üzerinde işlem yapabilmek gibi imkanlar da var. İşin sadece eğitim, öğretim, sunum kısmından ziyade, ben öbür kısmında sunduğu imkanları daha mucizevi ve olağanüstü buluyorum. Kimilerinin içerisinde yer aldığım bu tip kolektifleri bulunmaz bir fırsat olarak görüyorum. Malzeme üzerinde eş zamanlı olarak oturup birlikte çalışabilme imkânı vermesi bilimsel faaliyetin geliştirilmesi anlamında imkân sunuyor. Bunun üzerine belki daha fazla düşünerek bunları geliştirmek lazım. Kamuya açılan veri tabanları veya arşivler bilginin, bilimin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi anlamını taşıyor.

Dolayısıyla dayanışma akademileri veya farklı isimlerle bu alanda faaliyet yürütenler olarak bilginin, verinin özgürleşmesi, demokratikleşmesi meselesine de kafa yormalıyız. Kâğıdı elinize alıp çeviremediğiniz, yayınları dijital ortamlardan izlemek durumunda kaldığınız durumların eski kuşak olan bizler için kolay olmadığını itiraf etmek zorundayım. Sanırım yeni kuşaklar için bu o kadar zor değil. Yedi yaşındaki kızım iki yaşında telefonu eline aldı ve meşhur hareketi yapmaya başladı.

Toparlamak gerekirse yukarıda bahsettiklerimiz kaygılarımız ve rotamız bağlamında düşünüldüğünde önemli imkanlar sunuyor. Mekanlar, dijital imkanlar/imkansızlıklar hepsi de sonuç itibariyle birer avantaj. Yasin’in de söylediği gibi, insanlar partilerde, halk eğitimlerinde, işçi eğitimlerinde hatta hapishanelerde dahi akademi kurdular. Hatta bir yanıyla Türkiye’de hapishanelerin birer üniversite olduğundan söz edilir. Dolayısıyla bilgi üretmek, bilgiyi paylaşmak bir dert haline gelince her durumda her koşulda imkanlar yaratılabiliyor. Yeter ki üretmek ve paylaşmak isteyenler bir araya gelebilsin. Öte yandan küresel anlamda korkunç bir felaket yaşanırken ve otoriter yönetimler dünyanın her tarafında artık varlığını hissettirirken toplumun bugün buna ihtiyacı çok daha fazla. Mesela KODA olarak yaptığımız dönem planlaması toplantısındaki tartışmalarımızda bu durum ön plana çıktı. Daha militan, daha hayat ile iç içe olan, akademik mesafeyi daraltan bir bakış açısı içinde olmak gerekiyor. Hayat, politik olanla akademik olanın çok daha iç içe geçmesini gerektiriyor. Dolayısıyla, kendimizi de böyle konumlandırarak tartışmaya ve eylemeye, eylediklerimizden deneyim süzüp tekrar paylaşmaya devam edeceğiz.

Türkiye’de 2016 yılında başlayan sürecin öncesinde ve sonrasında ortaya çıkmış, bilimsel üretimi üniversitenin dışına taşımaya yönelik arayış ve pratikleri tarihsel olarak gözden geçirdiğinizde nasıl bir değerlendirme yapabilirsiniz?  Bu pratiklerin ortak hareket etmeye yönelik ne tür girişimleri oldu? Bu süreçte ne ölçüde ortaklaşıldı? Ortaklaşma açısından ne tür sınırlılıklarla karşılaşıldı? Bu pratiklerin geleceğine ilişkin neler öngörüyorsunuz?

Yasin Durak: Ulaş’ın da bahsettiği gibi ortaklaşmalar oldu. Tanımadığımız isimlerin Kültürhane’ye gelip seminer vermesi, örneğin benim Kocaeli Dayanışmasında seminer vermem ile tanımadığımız isimleri tanıyarak bir dolaşım hattı oluşturduk. Dayanışma akademilerinin çoğu dernekleşme süreçlerine başladı, mesela İzmir’deki dayanışma akademisi artık dernek olarak faaliyet sürdürüyor. Ulaş’ın da dikkat çektiği üzere çeşitli projeler geliştirerek ihraç edilmişlere kısmi istihdam olanakları da üretmeye başladılar. Mevcut siyasi statüko içerisinde bunun nasıl devam edebileceğine dair bir öngörüm yok.

Geçmişle kurduğu bağlantıdan yola çıkarsak bunun kökeninin sosyalist gelenek olduğunu söyleyebiliriz. Mekân tartışması ile dikkat çekilen hapishanelerde de siyasi hareketler içerisinde İngilizce öğrenip çıkan çok kişi vardır. Okullarda da kampüs olsun olmasın bunun örneklerinden söz edilebilir. Örneğin, DTCF içerisinde Çardak isimli mekân kimi zaman toplantılarına kimi zaman iç eğitimlerine sahne olur. ODTÜ kampüsünde de bunun gibi mikro mekânsal tanımlamalar mevcuttur. Ancak mevcut iktidardaki tasfiye sadece bizi vurmadı. Mesela Dil Tarih’teki ya da diğer yerlerdeki o mikro mekanlar faşistlerin eline verilmiş ya da ÖGB kontrolüne geçmiş. Üçümüz de bu duruma itiraz ettik. O yüzden “atıldık daha da özgürleştik” yorumunun aksine her yönü ile negatif bir süreçteyiz. Yaşanılanların bir tasfiye olduğunu vurgulamak gerekir. Son tasfiye dalgası ne imza sürecinde ne de darbe girişimi sonrasında başladı. Bu rüzgâr ‘Gezi’den sonra, üniversitelerde tekrar hareketlenmelerin yaşandığı, özellikle bizim öğrencilerimizin tasfiye edildiği, hapsedildiği, soruşturmalarla okuldan atıldığı süreçle başladı. Bugünkü tasfiyenin bir boyutu da tutuklu öğrencilerdir. DTCF’de bizim cengâver bir öğrencimiz okula silah ile gelen, öğrencilerin üzerine silah sıkan faşiste sandalye ile saldırdı, bir şekilde silahını bıraktırdı. Faşistin elindeki silah kurusıkı olduğu için silahtan sayılmadı ama bizim öğrencimizin elindeki sandalye silahtan sayıldı. Ve o çocuğa sadece siyasi suçlamalar değil, adli suçlamalar da yaptılar. Çocuk en son yurtdışına iltica etmek zorunda kaldı. Bir örnek daha vereyim. Hakan hocamın bildiği üzere Hacı Çelik Kocaeli’de, imzacı akademisyenlerin evlerinin basıldığı gün gidip onlara destek verdiği için gözaltına alındı. Soruşturmalar açılarak eğitim hayatına çok ciddi kısıtlamalar getirildi. Tez hocası da ihraç edilmiş olduğu için tezine de faşist bir hoca atadılar. Çocuk bir şekilde yatay geçiş ile tezini Ankara’da tamamladı. Hacettepe Üniversitesi’nde kadro açıldı. Puanları da yüksek olan yetenekli bir çocuktu. O olay nedeni ile güvenlik soruşturmasını geçemedi ve o da yurtdışına gitti. Bize destek verdiği için bir sürü öğrencimiz hapiste. “Neden polis gelince solcu öğrencileri kollamaya çalışıyorsunuz” derlerdi. Biz “çünkü bu çocuklar bitince bizi atmaya başlayacaklar” derdik ki öyle de oldu. Biz akademisyen olduğumuz için en azından gazetede yer buluyoruz, sol mecralarda duyuluyoruz ama öğrencilerin adı bile bilinmiyor.

Dolayısıyla kurduğumuz tüm dayanışma ağlarının öğrencilere doğru sürdürülmesi gerekiyor. Bizim ders vermemizi engellemeye çalışıyorlardı, öğrenciler ile aramızdaki bağı, kuşaklar arası teması kopartmak istiyorlardı. Dayanışma akademileri göreli olarak bunlara karşı bir tampon oluyordu. Fakat hala iletişim kuramadığım öğrencilerim var. Anlatmaya çalıştığım mekânsal durumun az önce bahsettiğim gibi de bir hadisesi var. Sonuç olarak bence dayanışma güzel şeydir, harikadır, pek çok yerde direnişe maya oluşturur lakin ben çok iyimser değilim. Tamam, bunlar güzel girişimler, kesinlikle hiçbir şeyi kötülemiyorum ama çok anlamlı olmakla birlikte şu an hala savunma halindeyiz. O nedenle bir anlamda sığınaklardayız diye düşünüyorum.

Ulaş Bayraktar: Yasin’e pek çok yönden katılıyorum. Biz aslında muhalefetin, tasfiye sürecinde mağdur görülenlerin en ayrıcalıklı zümresiyiz. Çünkü bir sosyal çevreye, kültürel birikime ve imkanlara sahiptik. Hiçbir şey yapamadıysak ders verdik, projeler geliştirdik, yurtdışında iş bulduk. Bu avantajımıza rağmen medyanın ilgisi de en çok bizdeydi. En ayrıcalıklı bizdik ama en çok biz haber olduk. Bu sürecin ilk boyutunda öğrencilerin mağduriyetinin yanında biz bir şekilde hayatımıza devam ettik, emekli olduk, yurtdışına gittik.

Sürecin ikinci boyutu ise, tasfiye sürecinde imzacılar veya KHK’lılar dediğimizde gözümüze kestirmeden homojen bir grup canlanıyor olması. Aslında hiçbir şekilde homojen bir grup değiliz. İmza atarken sahip olduğumuz motivasyonumuz, siyasal pozisyonumuz, niyetimiz arasında farklılıklar mevcut. İmzasını çekenler, yurtdışına gidenler, kalanlar, iltica edenler/etmeyenler, dönenleri düşünürsek farklılıkları olan bir kesimiz. Dolayısıyla sadece imzacı veya KHK’lı hoca diyerek belli bir homojen kategoriden bahsedemeyiz. Hepimizin motivasyonları, pozisyonları farklı ve dolayısıyla dayanışmanın çok önemli bir boyutu var.

Biraz da provokatif olarak şunu söylemem gerek, gün gelip işler bir gün normale döndüğünde bu dayanışmanın kara kitabını da yazacağız. Kimin ne burslar için ne tür entrikalara, ne tür ayak oyunlarına başvurduğunu, projeler için neler yaptığını da biliyoruz ve dolayısıyla hepimiz sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Bu sınavı hepimizin aynı ölçüde verdiği söylenemez. İnsanların belli tehdit ve kriz durumlarında verdikleri tepkileri öngörmeden hareket etmesi, panik anında kendini koruma refleksi ile birilerinin üstüne basması… bunları fark etmeden yapıyor olabileceklerini düşünüyorum. Dayanışma dediğimiz de öyle her zaman idealize edebileceğimiz bir şey değil sanırım. Fakat bunları konuşmak için daha zamanımız var, şu an önceliğimiz bu değil.

Hakan Koçak: Geçmişteki tasfiyelerin tarihsel bağlamıyla benzerliklerden söz edilebilir. 1930’lardan beri 30’larda, 40’ların sonunda, 60’da 27 Mayıs sonrası dönemde, 12 Mart’ta, 80’de dönem dönem şu veya bu düzeyde tasfiyeler var. Belli ki üniversiteler Türkiye’de önemli bir yerdeler ve aslında az sayıda bile olsa, marjinal bile olsa, aykırı sesler, farklı sesler devleti her zaman rahatsız ediyor. Her birinde de farklı şeyler ortaya çıkıyor. Mesela 1960’lardaki tasfiyeden sonra da örgütlü bir şekilde muhalefet eden, dernekleşen öğretim üyelerini görüyoruz. 1980’de meşhur 1402’liklerin de bize benzer şekilde çeşitli alternatif akademik çalışmalar yapmaya başladığını görüyoruz. Bu deneyimler arasında Meşhur BİLSAK deneyimini ve Özgür Üniversite’yi sayabiliriz.

Bu dönemler geçici görülen, direnişle geçirilerek ayakta kalmak gereken dönemler. Bizim farkımız tam da burada. Şimdi bulunduğumuz politik konjonktürde geçici bir dönemde değil, yeni bir rejim inşası sürecindeyiz. Dolayısıyla, bizim oluşumları iki boyutu ile düşünmek gerek. Güncel boyutu ile düşünüldüğünde, içinde bulunduğumuz dönem bir dayanışma, politik-akademik bir iddia, bir duruş sergileme dönemi fakat bu anlamıyla, Yasin’in dediği gibi, savunma pozisyonundayız. Bir yandan da bir “kuruculuk mümkün mü?” iddiasını da en azından yokluyoruz. Dünyada ve Türkiye’de daralan, yok olan akademinin yerine başka bir şey yapma imkanının arayışında, bizim oluşumlarımızın bir yeri olacağını düşünüyorum. Tabi sadece KHK ile tasfiye edilenlerin dışında da aslında bir dizi arayış ortaya çıktı. Yasin’in yerinde bir vurgusu var, işin içine öğrencileri katmalıyız. Şu an konuştuğumuz platformun öyle de bir özelliği var. Başta belirttiğiniz gibi, textum ODTÜ’deki bir öğrenci topluluğu ile ilişkili olan bir oluşum. Bir benzeri olarak İstanbul’daki Köstebek Akademi’den söz edebiliriz. Onun dışında daha önceden beri var olan kimi kurumlar da bu gibi işlevleri üstleniyorlar. Örneğin, benim de üyesi olduğum Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV) içinde de bu türden bir faaliyet yürüyor. Örnekleri artırmak mümkün. Belki şu an eksik de olsa, yeterince kurumsal, birleşik ve güçlü hale gelmese bile sayısız arayış var. Sonsuz bir şekilde kurumsal üniversite üzerine söz söylemek değil ama onun da dışında çeşitli deneyimler yaratmaya yönelmek olumlu ve aynı zamanda kaçınılmaz. Bu noktada sınırları da aşıyorsunuz. Yani kurumsal üniversitedeki konuştuğumuz sorunlar, puan sınırları yok. Öte yandan küresel düzeyde de sınırlar yok. Yani aynı bilgi alanındaki, aynı üretim alanındaki insanlar bir araya gelebiliyorlar.

Dolayısıyla, sözcüğün tanımına uygun anlamda akademi alanı giderek bizlerin deneyimlerinin de içinde bulunduğu bu arayışlardan çıkacak. Üniversitede görevini sürdürebilenler de orada alanlarını aşmaya çalışacaklar. Ayrıca, orada bu arayışta olanlara da bizlerin varlığı güç veriyor, tersten de böyle bir şey var. Bunu birçok arkadaşımız katıldıkları seminerlerde veya bizimle sohbetlerinde çeşitli vesilelerle ifade ettiler. Zaten onların da bir kısmının ayağı aynı zamanda burada. Ulaş’ın baştan söylediği çerçevede, bazı arkadaşlarımız için kurumsal akademi, hasbelkader geçimlerini sağlamak için var. Gerçek arzuları, aşkları, enerjileri bizim oluşturmaya çalıştığımız alanda. Dolayısıyla burada büyüyen bir nüve var. Geçenlerde Fuat Ercan hoca kolektif yürüttüğümüz bir araştırma grubunda KODA’nın bir duyurusu üzerine esprili bir şekilde, “üniversiteyi mecazi anlamda dağıtmaya çalıştılar, ama gerçek anlamda dağıldı” ifadesini kullandı. Şu anda Türkiye’nin birçok yerinde, özellikle sanal ortamın sağladığı imkanlarla birlikte farklı türden benzeri arayışlar var. Bu alan giderek gelişecek, kendi pratiklerini, deneyimlerini yaratıyor ve daha da yaratacak.

Sadece kolektif çalışmalar değil, bireysel düzeyde de çalışmalar önemli. Birçok kurumsal dergiden çok daha kıymetli şeyler bulduğunuz, o alandaki kişilerin takip etme ve paylaşma imkânı bulduğu kişisel web siteleri, bloglar, sosyal medya hesapları var. Dolayısıyla üniversitede kalsaydık da bizim gözümüz buralara dikilmiş olacaktı. Bu türden alanlar yaratmayı önemseyecektik diye düşünüyorum. Önümüzdeki tabloda meslek edindiren kurumsal üniversite, onun dışında giderek bir kabuk haline gelen akademi ve onun dışında da akademinin özüne dönen bir akademi görünüyor.

Aslında çağımızın özelliği gereği hemen her alanda bu durum var. Mesela din konusunda da bu yok mu? Diyanet giderek kurumsal olarak dini organize ediyor ama onun dışında çok farklı dinsel pratikler, İslam okumaları yapan gruplar, kolektifler vesaire var. Başka alanlarda da bunu çoğaltabiliriz. Mesela Evrim Ağacı gibi kendi başına o alanda otorite haline gelen çeşitli oluşumlar var. Türkiye’de de dünyada da akademi dediğimizde gözümüzün önüne kampüslerin değil bu alanların gelmesi gerektiği bir süreç içindeyiz sanırım. Fakat bunu demek işin kolay olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü kapitalist bir toplumdayız. İnsanların geçim sorunları, hayatta kalma sorunları, güvenlik sorunları var. Dolayısıyla bunları söyleyince “ne güzel, rahat, bilgisayarın başına geçtik ve bambaşka bir dünya oldu” diye düşünmeden, bütün bu sorunları her seferinde yaşayacağımızın da farkında olmak gerekiyor. Bizim içinde olduğumuz alanların bir yandan mücadele eden, bir yandan da kuran bir irade olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Ek materyallerin de yer verildiği söyleşi metninin tamamına ulaşmak için;

Kaynak: https://textumdergi.net/universitenin-otesinde-dayanisma-mucadele-ve-ara...