Naz Çavuşoğlu'nun Beyanı

Yazar / Referans: 
Beyza Kural, Bianet
Tarih: 
10.10.2018

"Sadece bir ses verdik, 'kalıcı bir barışın koşullarının yaratılmasını' talep ettik."

İstanbul Üniversitesi'nden Prof. Dr. Naz Çavuşoğlu'nun Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

I. Bu davanın özü belki de şu soruda kristalleşiyor:

“Devletin egemenliğini korumak için uyguladığı şiddete karşı mısın?’' 

25. Ağır Ceza Mahkemesi sormuş bu soruyu.

Demokratik hukuk devletinde, devletin uyguladığı şiddete karşı yurttaşların söz söyleme / eleştiride bulunma hakkı Hukukun koruması altındadır.

Hukuk devleti kurgusu içinde; devletin egemen güç olmasının kaynağında hukuk vardır ve hukuk, bu gücün kullanılmasında sınırları da belirler.

Devlet egemenlikten doğan yetkilerini hukuka bağlı olarak, hukuk çerçevesinde kullanacaktır. Anayasa Mahkemesi (AYM) dc “Hukuk devleti"ni tanımlarken, “Hukuk devletinin, Anayasa'nın açık hükümlerinden önce hukukun bilinen ve tüm uygar ülkelerin benimseyip uyduğu ilkelere uygun olması" gerektiğini söylüyordu:

Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren / dayanan, bu hak ve özgürlükleri güçlendiren, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.  

Yine AYM'nin vurguladığı üzere, “demokratik bir sistemde, devletin eylem ve işlemlerinin, adli ve idari yetkililerin olduğu kadar, basının ve aynı zamanda kamuoyunun da denetimi altında bulunması" gerekir.

Bu kavrayışın sözde-hakikat olup olmadığı bu davada da test ediliyor.

II. “Bu suça ortak olmayacağız!" başlıklı bildiriyi, Anayasa'da ve Türkiye Cumhuriyeti'nin taraf olduğu uluslararası/ulusal-üstü insan hakları sözleşmelerinde güvence altına alman “düşünce ve ifade hürriyeti hakkına” dayanarak imzaladım.

Kimseden talimat almadım.

Bugüne kadar, iddianamenin, hukuki muhakeme ve gerekçelendirme üzerine kurulu bir metin olmadığı, niyet okuma, kişisel kanaatler ve varsayımlarla şekillenmiş olduğuna ilişkin yapılan açıklamalara katılarak, üç noktayı tekrar vurgulamak istiyorum.

1. İddianamede, “Bildiride Türkiye'nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı olduğu, güvenilir bir temelden yoksun bulunduğu” belirtiliyor. Oysa savcılık makamının, örneğin; Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yüksek Komiseri'nin devlet yetkilileriyle de görüşüp, yapılan açıklamaları değerlendirerek hazırladığı 2 Aralık 2016 tarihli Türkiye'nin Güneydoğu Bölgesindeki operasyonların insan haklarına etkilerine ilişkin raporundan haberdar olmaması mümkün değildir.

Bu raporda;

“bütün bir ilçede veya şehirde ikinci bir emre kadar sınırsız süreli aralıksız sokağa çıkma yasaklarının uygulanmasının, sayıca çok önemli bir nüfusun en temel insan haklarının kitlesel olarak sınırlandırılması anlamına geldiği" (par. 15);

“Ağustos’tan (2015) beri sokağa çıkma yasaklarının Türkiye'nin güneydoğusunda sık ve yaygın uygulanmasının orantılılık ve demokratik bir toplumda gerekli olma kriterlerini yerine getirir görünmediği” (par. 15);

“Yazılı kanıtlara ve video görüntüleriyle desteklenen çok sayıda güvenilir rapora göre, Türk güvenlik güçleri(nin) bazı hallerde, top ve havan ateşi ile tankların ve ağır makinalı silahların kullanılması da dahil olmak üzere ağır silahlar kullandığı" (par. 30);

“[sınırsız süreli, gece gündüz yirmidört saat aralıksız, haftalar ve hatta aylar boyu kesintisiz sürmüş sokağa çıkma yasaklarının] (“daha ağırının zor tahayyül edilebileceği’) eşi benzeri olmayan bir uygulama” (par. 43) olduğu açıklanmıştır.

Bildirinin konusu bağlamında, Avrupa Konseyi Hukuk Yoluyla Demokrasi (Venedik) Komisyonu'nun sokağa çıkma yasaklarının hukuka aykırılığını belirleyen 13 Haziran 2016 tarihli raporunu da hatırlatmak isterim.

Her iki rapora İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin (İHAM) Dolan ve diğerleri/Türkiye başvuruları ile ilgili 15 Aralık 2016 tarihli kararında yer verilmiştir. Bu kararda ayrıca, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri'nin bölgedeki ağır insan hakkı ihlallerine dikkat çeken 10 Mayıs 2016 tarihli açıklaması da yer alır.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Şubat 2017'de de sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Temmuz 2015 - Aralık 2016 dönemini ele alan, “Türkiye'nin Güneydoğusundaki İnsan Haklarının Durumu"na ilişkin ayrıntılı bir rapor yayımlamıştır.  

Raporda; bölgedeki “insan hakları durumunun ciddi ölçüde kötüleşmesinden, özellikle binlerce ölümden, özel ve kültürel mülklerin geniş ölçekte yıkımından ve yerel halkın büyük oranlarda yerinden olmasından büyük endişe" duyulduğu vurgulanmaktadır (par.77).

Sokağa çıkma yasağı uygulamaları ile yaşanan hak ihlallerini kayda geçiren ulusal raporların olduğunu da biliyoruz. İkisini belirteyim: Cizre'de 4-12 Eylül 2015 tarihleri arasında 9 gün süren sokağa çıkma yasağının ardından incelemeler yapmak üzere ilçeye giden Türk Tabipleri Birliği’nin 18 Eylül 2015 tarihli Cizre Raporu ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın  (TİHV), sokağa çıkma yasaklarının uygulanmaya başlandığı ilk tarihten itibaren bir yıllık döneme dair veri ve değerlendirmeleri içeren “16 Ağustos 2015 - 16 Ağustos 2016 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları ve Yaşamını Yitiren Siviller” başlıklı raporu". TİHV Başkanı Prof. Şebnem Korur Fincancı kendi tanıklığıyla, yerinde incelemelere dayanan bu raporları anlattı size.

2.         İddianame, bildiri metninde geçen belirli ifadeleri suç isnadı konusu haline getirmektedir. Bazı ifadeler seçilerek koyu renkle vurgulanmıştır. Oysa İHAM kararlarına bakıldığında; bildiride devlet / hükümet politikalarını eleştirmek için kullanılan “kasıtlı ve planlı kıyım”, “katliam”, “sürgün politikası” ve benzeri ifadelerin ifade hürriyeti kapsamında olduğu; ifade hürriyeti hakkının koruma alanı içinde olduğu görülür.

Bu noktada, iddianameden kelimesi kelimesine bir alıntı yapmak istiyorum: “AİHM ‘ancak gerçeği kanıtlamak koşuluyla eleştirel değer yargılarında bulunulabileceği’ kararına varmış, temelsiz ve mesnetsiz iddialarla devlet ve kurumlanın olumsuz lanse etmeye yönelik beyanları yanlış bulmaktadır” (s. 15).

Cümlenin kuruluş biçimini bir yana bırakalım. Ancak, İHAM kararına atıf yapıp Mahkeme “yanlış bulmaktadır” diye sonuç bildirmek ve referans vermeden atıf yapmak şaşırtıcıdır. İddianamenin tamamında, yer yer atıf yapılan İHAM kararlarının hangi kararlar olduğu, bu kararların hangi paragraflarına atıf yapıldığı belirtilmemiştir.

İHAM Castells Kararı’nda; “hükümeti eleştirmenin hoş görülebilir sınırları(nın), şahısları ve hatta politikacıları eleştiri sınırından daha geniş” olduğunu söyler. “ Mahkemenin (İHAM) yerleşik içtihadına göre; şiddete teşvik etmediği sürece devletin sert ve keskin bir dille eleştirilmesi ifade hürriyeti hakkının koruma alanından yararlanır. Örnek olsun; “kanlı katliamlar ve devlet terörüne” karşı çıkmak için birlik olma çağrısı11  13; hükümeti “katliam ve yargısız infazlar” yapmakla suçlayan basın açıklaması14; bir dergide yayınlanan makalede “Bir ulusun toptan yok edilmesini izliyoruz. Bir soykırım izliyoruz ...” denmesi15; Türkiye’nin güneydoğusundaki “savaş”/“katliamlar” 16 açıklaması, İHAM tarafından ifade hürriyetinin sınırları içinde değerlendirilmiştir.

Bir metnin ifade hürriyeti kapsamında olup olmadığı değerlendirilirken, ifadeler bağlamlarından kopartılmadan, metnin içeriği bir bütün olarak İncelenmektedir.

AYM'nin de bu çizgide-yönde kararları olduğunu söyleyeyim.

3.         İddianamede “akademisyenler ... egemen bir devlete, iç sorunlarını çözmek maksadıyla bilhassa ‘bağımsız gözlemci’ davet etmenin ne anlama geldiğini bilecek yetkinliğe sahiptirler” (s.12) denirken bu, bir suç unsuru olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Buna karşı sadece, Türkiye'nin hâlen Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Konseyi (AK) üyesi. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) katılımcı tarafı olduğunu hatırlatmak isterim.

Bildiride talep edilen, “ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesi"dir.

Bu çerçevede bir örnek olsun diye belirtiyorum: BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, Mayıs 2016’da, bu amaçla. Yüksek Komiserlik yetkililerinden oluşacak bir ekibin bölgeye tam ve kısıtsız erişimine izin vermesini Türkiye'den istemiştir. Türkiye'nin cevap vermemesi üzerine, 48/141 sayılı BM Genel Kurul Kararı kapsamında yetkisini kullanarak Cenevre'deki Merkez Ofisten yürütülecek bir izleme süreci başlattı. Yukarıda sözünü ettiğim raporu, bu sürecin ürünüdür.

Ayrıca; Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleriyle kurulan kimi denetim organlarının, re'sen ziyaret, inceleme, araştırma ve denetleme yetkileri ile raporlama faaaliyetleri dikkate alındığında; bildiride yer verilen talep, insan hakları denetim mekanizmaları işleyiş sistemiyle uyumludur.

III. “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisi; Türkiye'nin “kendi hukukunu”, “taraf olduğu uluslararası antlaşmaları”, “uluslararası hukukun emredici kurallarını” referans alır: bu çerçevede; sokağa çıkma yasağı bulunan yerleşim yerlerinde yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış tüm hak ve hürriyetlere yönelik ihlallere son verilmesini, sorumluların tespit edilerek yargılanmasını, vatandaşların uğradığı zararların tazmin edilmesini ve; kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını talep ediyordu.

Bu taleplerin muhatabı, doğaldır ki devlettir. Hukuku uygulayacak olan, hukuka riayet etmesi gereken devlettir.

Şimdi, esasında herkes tarafından neredeyse ezberlenmiş olanı yine belirtmek gerekiyor: Demokratik bir toplumda; sadece genel kabul gören ya da zararsız görülen düşünce ve ifadeler değil, devleti veya toplumun herhangi bir kesimini rahatsız eden, aykırı veya şoke edici düşünce açıklamaları da ifade hürriyetinin koruma alanından, güvencesinden yararlanır. Çünkü ifade hürriyeti, demokratik toplumun temel dayanaklarından biridir. Çünkü çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik demokratik toplumun temel unsurlarıdır.

İfade hürriyeti, herkesin, demokratik bir toplumun özünde yer alan serbest siyasal tartışmaya katılmasını mümkün kılar. Demokratik rejimleri otoriter rejimlerden ayıran temel özelliklerinden biri, toplumsal ve siyasal meselelerin serbestçe tartışılabileceği bir zemin sunmasıdır. Öyleyse; kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, müzakere koşullarının hazırlanmasını talep etmek, bu talebi kamuoyuna ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne iletmek, varsayılan serbest tartışma alanı içinde hareket etmek ve hatta katkı sunmaktır. Biliyoruz ki, “çatışma çözümlerine” ilişkin farklı örnekleri ve deneyimleri aktaran, analiz eden birçok akademik çalışma var.

Son olarak; bildirinin tek yönlü olduğu iddiasına karşı, İHAM’ın Yavuz ve Yaylalı/Türkiye kararını örnek olarak vermek isterim. Mahkeme (İHAM), devletin sert bir üslûpla eleştirildiği bir basın açıklamasında, başvurucuların, yasadışı örgüt tarafından şiddet kullanımını kınamamış olmalarını örgüt lehine propaganda olarak değerlendirmemiştir.

Sonuç olarak tekrar ediyorum:

Bu bildiriyi, Anayasa'da ve Türkiye Cumhuriyeti'nin taraf olduğu uluslararası/ulusal-üstü insan hakları sözleşmelerinde güvence altına alınan “düşünce ve ifade hürriyeti hakkına” dayanarak imzaladım. İfade hürriyeti hakkımı kullandım. Kimseden talimat almadım.

Sadece bir ses verdik, “kalıcı bir barışın koşullarının yaratılmasını” talep ettik.

Hakkımdaki suçlamayı kabul etmiyorum.

(NÇ/BK)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/201551-alti-akademisyenin-ikin...